BİR ŞİİR DEFTERİNDEN FAZLASI


Paul ELUARD'ın Zülfü LİVANELİ ve Mikis THEODORAKİS'in sesinden hayat bulan "Özgürlük" şiirindeki;

Okulda defterime,
Sırama, ağaçlara
Yazarım adını

Okunmuş yapraklara,
Bembeyaz sayfalara
Yazarım adını...

diye devam ettiği gibi; her yere şiir yazma saplantısına tutuldum bir süredir, bilmiyorum nedendir. Her yere dediğime bakmayın. Olabildiğince süreklilik arzedebilecek yerleri seçmekte seçici davranmaktayım. Amacım; bilinen şairlerin şiirlerinı,  zamanı geldiğince benimkileri, günün/anın kıymetine ve/veya anlamına göre insanlık hafızasında şiir ve şarkı sözlerini paylaşmak arzusundayım.

Can(ım) Mustafa'nın efsanevi mekanı Kavala Balık Lokantası 'nın duygularının dışavurulduğu kara tahtasına, bahçemin duvarına kendi ellerimle imal ederek astığım tahtaya, bazen sarı tesir kağıtlarına yazdım ve dahi yazmaya devam edeceğim gibi geliyor. 

Bu arada, yıllardır uzak kaldığım, daha doğrusu uzak kalmaya çalıştığım Instagram'da bile sayfa açtım; sırf benim olsun olmasın bu şiirleri yazarken aldığım zevk de dahil olmak üzere daha fazla insanla paylaşmak için.

Haylidir şiir, şiar ve şuur kelimelerinin aynı kökten gelmiş olması ilgimi çekmektedir.  Aralarındaki anlamlı bağıntıya hayranlık duyuyordum. Bu hayranlığım yüzünden de paylaşım sayfamın adını Şiir, Şiar, Şuur olarak tanımladım. Hem de 'ŞŞŞ' 'in bir suskunluk ifadesi olması arızalı anlam arayışımdan geliyordu.

Neyse efenim, sözü uzatmadığımı umarak asıl anlatmak istediğim hikayeye gelmek istiyorum.

Yukarıda bahsettiğim şiir paylaşımı furyasının bahçemiz sokağa bakan kısmındaki tahta, tekmil mahallenin ilgisini çekti. Öyle ki; şiir, ahkâm önerileri, istek şairler ve hatta şiirleri yazılsın istenmeye başlandı.  Bu sayede bir sürü insanla bir sürü etkileşime girdim. Bu etkileşimlerin en duygusal olanında bahsetmek istiyorum.

Mahallemizin kedi dostu bir insanı, her gün günde en az üç dört kez çantasına doldurduğu kedi mamaları, minik minik doğrayarak hazırladığı sosis, salam ve diğer nevaleler ile o köşe senin bu köşe benim; onun yollarını gözleyen kedileri(ni) beslemekte. Kadının kedi sevdası sayesinde pek tabii ki kargalar ve dahi martılar da sebeplenmekte.  

Tam emin olmamakla birlikte 65-68 bandında bir yaşı var bu, iyiliksever, güleryüzlü, tonton kadının. Kedi besleme merkezlerinden en az üç tanesi de benim görüş alanımda kalmakta. Komşum bakkalın yanındaki besleme merkezini bizzat ottan, pislikten arındırmış olmanın keyfini de yaşamıyorum değil. 

Şiir paylaşıma konusuna kısa bir geri dönüş yapmam gerekirse; elimden geldiğince başladığımdan beri günde en az bir kez güncellemekteyim. Mahallenin sakinleri de daha doğrusu bu etkinliğe bigâne kalmayanlar, bu şiirleri veya şarkı güftelerini okumak için bahçemin önünden geçer oldu. 

Adının Serap olduğunu öğrenebildiğim bu tatlı kadın geçen gün şöyle dedi; tahtamı ve yazılanları metheden birkaç cümleden sonra (methedilmekten pek hazlanmadığımı söylemedim):

"Sizin için mahsuru yoksa benim gençliğimde kalan şiir defterlerim var. Gençken tıpkı sizin gibi sevdiğim şiirleri, şarkı sözlerini yazdığım, sayfalarında yazdıklarımla alakalı yahut değil beğendiğim resimler olan defertler bunlar. Bu defterleri size vermek isterim. Madem şiirin kıymetini biliyorsunuz, sizde olması gerekir bu defterlerin; kıymet verip alır okursanız ve saklarsanız"

Sözünü bitirmesini zor beklediğimi söylemem gerek; özellikle "bu defterleri size vermem gerek' kısmını duyar duymaz. Ve hemen ardından mukabele ettim ve dedim ki; "Öncelikle şeref duydum. Ancak o bahsettiğiniz defterler sizin anılarınız.  Önce size, sonra akrabalarınıza yaraşır o defterlerin hamiliği" 

Cevabı ise çok daha sarsıcı oldu benim için. "Benim arkamdan bu defterlerin kıymetini bilecek kimse(m) yok. Bir tane yeğenim var. O da hakkını ver(e)mez. Yiter gider, atılır o defterler"!!!

"Aman efendim, daha uzun bir ömür var önünüzde" deyince "Olsun, akıl ve ruh sağlığım yerinde iken bunları kıymetini bilecek birisine vermek istiyorum. Bugün yahut yarın bu emanet için geç kalmış olmak istemiyorum" minvalinde bir şeyler söyledi. 

O sırada içimde kabaran hüzün kıvançla, utanma sevinçle harman oldu.  Belli belirsiz, sesim titreyerek "çok mutlu olurum, şeref duyarım" dediğimi anımsıyorum.

Aradan iki yahut üç gün geçmiştiki Serap Hanım ile tekrar karşılaştık. Ben bir şey demeden "biliyor musunuz, evi alt üst ettim ama defterleri bulamıyorum. Ancak mutlaka bulacağım" dedi. Ben de yüzümde gülümsemeye rağmen kalbimde bir burukluk ile kelimelerin boğazıma düğümlendiğini hissettim. Ve sadece "olsuun" diyebildim; cılız bir sesle.

Bu sabah, yani bu (g)özlemimin yazıldığı günün sabahında elinde her biri on ortalı, zamanın gençlik mecmualarından kesilmis fotoğraflarla kaplanmış iki defterle bahçe  kapımın önünde beliriverdi. Kahvaltımı yeni bitirmiş, keyif sigaramı yakmış, çayımı yudumlarken çiceklerimi seyrediyorum tam o sırada. Hemen kapıya yöneldim, onu görür görmez. "Buldum" dedi; muzaffer ve mutlu bir edayla. "İşte, söz verdiğim üzere gençlik defterlerim. En az elli yılı vardır..." 

Elimi uzatmadım. Önce onün uzatmasını bekledim. Defterleri  uzatır uzatmaz sektirmeden avuç içlerimı göstererek uzandım; Serap Hanım'ın gençlik hobisinin ete kemiğe bürünmüş hallerini almak için. Parmaklarını bırakmadan çekmedim defterleri. Heyecandan mıdır bilmem ellerinin titreyip titremediğini gözlemledikten ve gözlerindeki ferin derecesine baktıktan sonra karıştırmaya başladım defterin birini; diğerini de sımsıkı tutarken. Devir farklı da olsa benim enerjim ile aynı enerji idi. Kendi el yazısı ile kâh özenli kâh özensiz, sevgiyle yazılmış,  isteyerek yazılmış, kıymet verilmiş...

Hemzamanlı olarak iki üç gün önce defterleri tanımlamak için kullandığı cümlelere yenilerini ekliyordu. Bazı şiirlerin resimlerin üzerinde olduğundan okunamayabileceğinden dem vuruyordu. "Ben, öyle ya da böyle okurum" dedim. Bunu derken en baştan beri hissettiğim duygular tavan yapıyordu; kıvanç, mutluluk ve bir miktar hüzün...Duraksamadan ekledim; "benden sonra kızıma geçecek bu kıymetler, sonrasını bilemem; her ne kadar benden daha çok kıymet vereceğini bilsem de. Yani demem o ki; emin olabilirsiniz, kıymetlerini emin ellerde"

Sadece kendi okumalarımla kalmasın diye, Serap Hanım'ın bu özveri dolusu hikayesi mübarek yani namı çağlar boyu sürsün diye buradan paylaşmak istedim. İçlerinden zaman zaman seçtiklerimi kâh sarı kağıtlara kâh kara tahtalara yansıtacağıma söz veriyorum.


Sevgiyle 19





✅ Bu içerik Kişisel Blog – Hayatı (G)özlemek tarafından hazırlanmıştır. Kullanmak ve/veya kopyalamak isterseniz serbestsiniz. Helaldir yani 😉👌


I SEE YOU/SENİ GÖRÜYORUM/SENİ SELAMLIYORUM


Haylidir yazmadığımı zaten farkediyordum enikonu. Posta kutumda bir mesajla tamamen tesadüfen karşılaşıncaya kadar da pek takılmıyordum buna. Diğer taraftan, bir arkadaş ile konuşurken çok da yazasım gelmediğinden bahsediyorken ve hemen arkasından 'depresyondan çıktım herhalde' şeklinde nida eden iç sesimle karşılaştım. O iç ses, dışa(rı)vurulmuş olacakki 'genelde her şey yolundayken yazılıyor mu?' şeklinde bir soru geldi. 'Sırf yazmak kaygısında olanlar yazar herhalde' diye kestiğim ahkâmdan sonra şu hikaye geldi aklıma;

Aşkları ve şiirleri ile ünlü bir şair, (ki bu kişiyi Nazım olarak hatırlıyorum, niyeyse) 'neden sürekli aşktan aşka koşuyorsun?' mealinde bir soruya şu cevabı verir: 'Ben aşık olmazsam şiir yazamamki.' Benimkisi de bir parça öyle galiba. Bir şarta bağlamam gerekseydi yazmamı; benim de bir şartım var galiba; ille şiir olması gerekmiyor dışavuru(mu)mun.

Arındıran, sakinleştiren, dengeye davet eden eylem değil midir yazmak? Galiba ben de dengemin dengesizliğe evrildiği zamanlarda yazabiliyor(d)um. Güzel tarafı bu sorgunun; 'dengedeyim galiba' dedim kendime.

Dengede isen dengedesindir. Gelen de giden de baştacıdır. Ne gelenle, ne gidenle, ne getirdikleri ile ne de götürdükleri ile bir derdin yoktur. Derin bir kabul ve şükür halidir. Derin bir affediştir. Unutmasan bile affetmişsindir; hem kendini ki en önemlisidir, hem de senin dışındakini. Maddi zorluklar, anlaşılmamalar, yanlış anlamalar, hayal kırıklıkları, güven bulanımları, vs. vs. yani kısaca minör cehennemler yahut cehennemî duygular, durumlar.

Esasen şemsiye bir kelime yahut hâl tanımlamam gerekse (ki aslında benim arızalı çift anlam lisanımda iki kelime) anla(şıl)ma isteği derdim. Çünkü bu istek hem ruhani hem de seküler mânada bizlerin duygusal ihtiyaçlarımızın başında gelir.  Soyadını bilemiyorum ancak Belinda isimli bir sanatçının şöyle bir dışavurumunu okumuştum; çok da içselleştirmiştim. Aklımda kaldığı tarz ile yazacağım. İmlâ ve yazım şekli benim hatamdır:

İnsan, konuşur...
Konuştukça kelimeleri büyütür.
Kelimeleri büyüttükçe anlattığını sanar.
Sanar evet sanar ama,
Anlatamaz...

İnsan susar...
Sustukça anlatır olur.
Sustukça anlaşılır olur,
Sustukça dostluk olur...

(G)özlemleri bitmemeli insanın. Bir mühendis olarak diyebilirimki; İçinin yahut dışının emrettiği bir (g)özlemin varsa bunu dile getirmelisin. Anlattığım şekilde dile gelen kıymetli bir okurumun güzel bir şiirini paylaşmak istiyorum tam da burada (hani kendi kendime tekrar yazmam gerekli dedirten o yukarıda bahsettiğim e-posta). Kendisi kıymet verip yazılarımı okumuş. Okumakla kalmamış, anlamaya çalışmış. Anlamakla kalmamış, anlamlandırmış. Anlamlandırmakla kalmamış yorum ile geri bildirim yapmış. Geri bildirim yapmakla kalmamış, kendisinin duyguselini ifade etmiş. Bize de düşen, kuru bir teşekkürün ötesinde onun da affına sığınarak paylaşmışlığını buradan paylaşmak olmuş. (Önemli not: İsminin verilip verilmemesi konusunda fikrini bilmediğimden paylaşmayacağım. Bu konuda kendisinden bir bilgi gelirse yazıyı güncelleme hakkı saklı kalsın.) Yine yukarıda yaptığım üzere imlâ ve yazım şekli yanlışları bana ait, alkış kendisinedir. Yazısını nesir şeklinde yazmasına rağmen bana çok şiirsel geldi ve ben dize dize yazmayı uygun gördüm. Okursa eğer bu şekliyle; umarım beni bağışlar. Unutmadan şiire çevirince şiirin adını da kendi algıma göre verdim.

YARA

Sevginin, aşkın özel olmasının bir sebebi var.
Özelliği korunmadığında,
onu bir şekilde kaybettiğinde;
kalp kırılıyor,
gönül ağır yara alıyor.

Sonra o;
kocaman, sürekli kanayan yaraya
hayatında kalan sevdiklerin, sevenlerin
minik minik pansumanlar yapıyor.

Bir gülüşle, 
bir bir sözle,
içten bir sarılışla,
seni öylece olduğun gibi kabul edişle,
umutla,
sevgiyle,
güvenle,
özlemle...

Anlıyorsunki her sarılış özel,
her dokunuş, her gülümseyiş...

Kanama duruyor, kabuk tutuyor.
Zamanla o kabuk düşüyor.
Ve yerinde küçük bir iz kalıyor.
Bazen, 
ona usulca dokunuyorsun ve okşuyorsun.

İyiki seni yaşadım.
Sen, beni şimdiki ben yaptın.
Seni seviyorum.
Ve kalbime bunu koyan
Yaratıcı'ya sonsuz şükrediyorum.

Kalbimi Gönül kılan;
O ÖZEL SEVGİ,
nasıl olur da kocaman olur
ve tüm varlığa yönelirdi?...
Şimdi O hayatımda varolan
her AN için
AŞKLA atıyor.

Buradan gelmek istediğim bir nokta varki o da paylaş(m)anın kıymeti.

Hani, Avatar filminde Na'viler vardı ya (ki onların metafor olarak Türk yahut Kürt olduğuna dair bir sürü geyik var internette ancak anlatmak istediğim başka) onların bir selamı vardı. 'I see you/seni görüyorum' tarzında ifade edilen bir elin parmaklarının epifiz bezinin/3. gözün denk geldiği yere dokundurulduktan sonra karşısındakine doğru bir yay çizercesine gönderilerek tamamlanan hareket. Tıpkı bu hareketteki gibi bir duy(g)u - hareket - söz bileşiminde anlatılan selâm/barış ve anlayış anını anlattığı gibi şahsen tüm içerisinden paylaşanlara diyorumki;

I see you/seni görüyorum.

Sevgiyle 19

✅ Bu içerik Kişisel Blog – Hayatı (G)özlemek tarafından hazırlanmıştır. Kullanmak ve/veya kopyalamak isterseniz serbestsiniz. Helaldir yani 😉👌

MERİ'NİN BİR KUZUSU VAR

Zamandan azade bir zamanda, mekandan bağımsız bir yerde Meri isminde bir kız yaşarmış. Meri'nin bir kuzusu varmış. Meri kuzusunu öyle çok severmiş. Bil(e)mezmiş o kuzuya sahibi olamayacağını onca bağına rağmen; doğası gereği. Hani o şarkıdaki gibi; Meri'nin kuzusu çocukların gülme, mutluluk kaynağı olduğuna, olabileceğine bir türlü kendini inandıramıyormuş. Halbuki o kuzu da tıpkı Meri gibi çok hızlı büyüyormuş. Meri kuzusunu hep miniminnacık haliyle görmesine rağmen kuzu, oldukça hızlı büyüyormuş. Büyü(t)mesinin hazzını yaşamak varken bir derin telaşki sorma gitsin. . .

Masal bu ya, Meri gerçekten çok hızlı büyüyen bir kızmış. Normal insanlar her sene bir yaş alırken o ise neredeyse doğduğundan beri geçen her anda yaş alırmış. Her anda dediğime bakmayın. Bu anların güzel olduğunu düşündüğünde ya da kendisini güzel hissettiği anlarda değil aslında canını acıtan her an, onun yaş almasına, büyümesine ve hatta bazen de ihtiyarmış gibi hissetmesine sebep oluyormuş. Tecelli işte; zam-an, bazısına yıl gibi gelir bazısı farkına bile varmaz.

Meri'nin hikayesinde yine anlardan bir ana gitmek farz oldu. Biz anlatalım. An-lamak isteyen anlasın onun hikayesini. Belki faydası olur, kim bilir?

Meri, ateş yakmayı çok severmiş. Yaktığı ateşten çok zarar gördüğü zamanlar da bir hayliymiş de bu zararların pek de acınası bir tarafı yokmuş. Çünkü, kendince bu zararlardan hayli ders almış. O, aslında ateşi çok kolay yakarmış. Elinde bir çıra varmışçasına kolayca tutuşturabilirmiş. Yaktığı ateşin yakınında oturur ve çeşit çeşit düşüncelere dalarmış. Bu düşünceler, yakıp da seyrettiği ateşten daha düzensizmiş. Kendi yaktığı ateşin sıcaklığından kavrulurmuş da bunu bir türlü kabul edemezmiş. Yahut şöyle de denilseymiş yeriymiş sanki: O mu ateşi yakarmış, ateş mi onu yakarmış, pek belli değilmiş. Sor(g)uları ateşin çıtırtıları kadar çokmuş aslında. Kulağını tıkamasa bir melodi bile çıkarısı mümkünmüş; o düzensiz (sandığı) çıtırtılardan. Mânâ çıkartmak an meselesi iken o bu melodinin kıyısından geçer dururmuş.

Yine böyle bir anda, garip mi garip bir şey olmuş. O yakmasın diye uzak oturduğu ateşin yanında daldığı düşünceler arasında kendinden kendine bir ses duymuş ve dile getirmeden edememiş. "Ya Hu sen çok hızlı büyüdün. Büyüdün ama o kadar da hızlı mıydı?" Peşi sıra şunu düşünmüş; kendini tutamayarak, "eğer bir gün aşırı büyüdüğümde çocuk olmak istediğimde buna hakkım kalmazsa ne yapacağım?"

Aslında Meri'nin derdi birçoklarının derdi gibi nafile imiş. Çünkü o da ateşin dengesiz, bilinemez ama bir o kadar da ahenkli ritmindeki güzelliği fark edememeyi hep ateş söndükten sonra fark eden olduğundan olsa gerek bir ısınıp bir soğuyan çelik gibi sertleşmesinden sorumluyu hep ateşten bilmiş. Sebep hep başkasıdır ya; ironi işte. . .

Tam da bu düşüncelerdeki karmaşıklığında karşısına ateşten, ateşin içinden bir cin çıkmış. Sorusunu duymuş gibi onunla konuşmaya başlamış. Cini tarif etmeye gerek var mı bilemedim. Algınıza kalmış ama bu masaldaki dazlak, bilinen/görünen cismine rağmen bir o kadar da bilinmezmiş diyelim de hayal edenin hayaline bırakalım en iyisi.

"Hey! Sen ne kadar da çok büyümüşsün. Daha da büyüme. Yetmedi mi bu kadar hızlı büyümek? Büyümüşsün, olgunlaşmışsın. Güzel de olmuşsun tamam da; hani kendini lezzetli olmaya aday bir meyve gibi düşün bakalım. Büyümüşsün, olgunlaşmışsın da dalda kalmayı tercih eder gibisin. Hâlbuki her güzel meyvenin bir nimet gibi sebebi yenilip yenildiği için şükür edilmesidir. Yenilse zararda değildirki o" Devam etmiş cin; bazen ateşten mızrak gibi olan sözlerine.

"Kimisi ısırarak yer; izansızca tüketmek için sürekli"
"Kimisi bıçaklar; kibarmış gibi"
"Kimisi önce okşar, ardından koklar ve her bir küçük ısırıkta keyif alarak ve vererek"
"Sonra ne olur bilir misin küçüğüm?" diye sormuş Meri'ye. Meri sanki bir filmin içindeymiş gibi ve hatta kozmik bir repliğin içindeymişçesine heyecanla mukabele etmiş: "Ne olur, ne olur?"

"Sonunda çıkması gereken çıkar ortaya. hani o özün var ya; çekirdeğin. Hah! İşte o, ortaya çıkar. Bir gidersin ama onun sayesinde bin gelirsin. Kıymet veren onu hayat ağacına çevirir."
"Özetle ısırılmaktan korkma, çekirdeğini yok etmekten, yok saymaktan kork"

Sonrasında cin bir anda susmuş. Gerisini Meri düşünmüş. Kuzusuna bakmış. Kendine bakmış. Ateşe bakmış. Küle bakmış. Oduna bakmış. Ateşi tutuşturduğu kava bakmış. . .

Sonrası mı? Sonrası henüz yazılmamış olduğundan bu masalın henüz konusu değil.

Sevgiyle 19


(Not: Görsel alıntıdır)

✅ Bu içerik Kişisel Blog – Hayatı (G)özlemek tarafından hazırlanmıştır. Kullanmak ve/veya kopyalamak isterseniz serbestsiniz. Helaldir yani 😉👌

BİR KÖPEĞE EMPATİ

Bir köpeğe empati yaptın mı? Kendi türünden/kendinden olmayana onun gerçekliği ile baktın mı? Bak bakalım! Kendini üstün, kendini efendi görebiliyor musun hâla?

Seni sahiplenir mesela; senin onun sahiplenmenden çok ama çok daha fazla. Seni özler; senin onu öz-lediğinle kıyaslanamayacak derecede. Senin yokluğunda sırf kokun sinmiş diye t-shirtlerini alır askısından ve onların üzerinde uyur. Seni hatırlatan eşyalarını onun önünden almaya çalışan olursa da ne kadar aşina olursa olsun hırlar ve mealen der ki; "sakın ha! kıymetlimi ve dahi kokusunu benden almaya kalkışma, aksi takdirde canını yakarım. Uyarmadı deme!" Koklayarak anlar. Koklayarak bilir, anlar kıymeti, fark(lılık)ları. Koklayarak tanır. Kokudur onun kelimesi. Kokudur onun muhabbeti. Koklamanın kıymetini bilir. Varlığının, fıtratının dışavurumudur koku. Samimi ve içten olduğu, olabildiği yerdir koku. Koklamayı seviyor diye kızamazsın. Tanımaya çalıştığı yol bu diye onu hor göremezsin. Onun varlığını kabul etmek istiyorsan koklamasına, kokuyu kutsamasına izin vermelisin.

Pek tabii ki izansız olmayacak. Ölçüsüz, zalimce olmayacak. Özlemi başkalarına acı vermeyecek. anlamak isteyenler olduğu gibi, anla(ya)mayanlar da olacağını bilecek. Ve bunların ayırdında olacak. "Niye bunu gözetmedin, yakıştı mı sana?" diye sorulduğunda ise bunu anlayacak, bilecek. Utanacak, sıkılacak. Kuyruğunu sallasa bile mahçup olacak. Utanma duygusu olmayanlardan olmayacak. Yılışmayacak, yavşamayacak. Köpek bile olsa mert olacak."Sevgimden de olsa sınırları aştım galiba" demeyi bilecek. "Benim sana ihtiyacım var"ın İngilizce tabiri ile  'mutual' yani müşterekçe bir ifade olduğunu bilecek. Çünkü müşterek olmayan her yerde bir köle bir de efendi olur. Hâlbuki köle-efendi ilişkisinde sevgi yoktur. Egonun dibi vardır. Birisi egosunu tatmin eder. Diğeri egosuzluğunun acısını anlarda kâh hırlayarak kâh nankörce çıkartır.

"İyiki hayatımdasın demek için insan, hayvan, köpek olmaya gerek yok. Sevgiyi hissetmek haylice yeter zannımca. Ve biliyor musunuz dostlar? Bir köpek bunu en çok hisseden canlılardandır. Milyonlarca yıldır, yahut ilk alfa kurdun evcilleştiğinden yahut daha doğrusu insan dostu olduğundan beri öz(gürlüğ)ünü taamüden verdiğinden olsa gerek köpek, insanın sevgi ve dahi dostluk duygusunu en çok besleyen canlı olmuştur.

"Sevmek istersen sevdiririm" der mesela. Çoklukla "sevmek isteyip istemediğini bilmiyorsan ben sevdiririm kendimi tıpkı küçük bir kız çocuğu gibi" gibisinden sevmeye zorlar ve bundan da zevk aldırarak auranı değiştirir. Yahut "sevilmek istiyorsan mutlak hep seven olacağım" der mealen. Hayatın garip ve acıklı bir tecellisidir galiba köpeklerin ömrünün kısa olması. Yaz yağmuru gibi yahut çılgın aşk gibi hızlıca geçerler insanların hayatından. Çok şey vardır onlardan öğrenilesi; görmek isteyene.

Hani Cemal Süreyya'nın "hayat kısa, kuşlar uçuyor" şeklinde formülize olan dizelerindeki gibi ya da onlara nazire yaparcasına "Hayat acımasız, köpekler ve onların dostluğu sonsuzlaştırılamıyor, ne yazıkki" demek geliyor insanın aklına.

Yeni yıkanmış, mis kokulu halini öpmek ve ondan öğrendiğin şekilde onu koklamak istersin. O da buna ölene kadar izin verir. İşte budur bir köpeğin kodu. İzin verir sevilmeye. İzin vermeni ister onun seni sevmesine.

Gayrısı öyle ya da böyle hikâye.

Sevgiyle 19


✅ Bu içerik Kişisel Blog – Hayatı (G)özlemek tarafından hazırlanmıştır. Kullanmak ve/veya kopyalamak isterseniz serbestsiniz. Helaldir yani 😉👌

K*ÇIMA YER EDEYİM HELE...

Kimisi cinselliğin acımasızca, izansızca bastırıldığı, onu çağrıştıran her şeyin tukaka edildiği Viktoria dönemindeymiş gibi bastırır güdüsünden, taa içeriden gelen duygularını/düşüncelerini. Bu öyle bir baskılamadır ki hiçbir nefsin karşı duyamayacağı bir gerilim yaratır. Bastırılan, maskelenen duygular, düşünceler ve dahi gerçekler mutlaka açığa çıkma eğilimi gösterir. Ne kadar saklamaya çalışsan, bir o kadar dengi bir kuvvet, onu özgür kılmaya hizmet eder. Sakla(n)ma kuvvetine karşı bir kuvvet seni açığa çıkarmanın yollarını arar; ne kadar dikkat etsen de ve tamamen senin kontrolün dışında. Bu, milyon kere milyon, milyar kere milyar kere kanıtlandığı üzere hayatın "dengeden gayrı bir sırrım yok" dercesine hissettirdiği bir durumdur. Tıpkı adı geçen dönemdeki onca baskıya rağmen baskı konusu şeylerin çok daha sertinin izansızca ortaya çıkması gibi. Dedik ya; denge olmasaydı hayat devam etmezdi, edemezdi.

İstisnalar pek tabii ki kaideyi boz(a)mazlar. Çünkü, istatistik biliminin 'sırdaşı olanı ihmal etmek' yahut pek de kâle almamak üzere bir pratiği vardır. Sebebi ise tanım(lam)aktır. Sıradışına/kanıtsız olana/gerçeklenmesi zor olana itibar etmek, tanımlamayı zorlaştırır, imkansızlaştırır. Ademoğlu/Havvakızı kendinden dışarı; tanımlayamadığı olduğunda çoklukla ilgisini çekse de aslen korkar ve kendini "ezik" hisseder. Bu 'ezik hissetme' onun şahsi kriptonitidir; tıpkı Superman'in bile zayıf olabileceğini anlatır gibi. Hâlbuki hep dediğim(iz) üzere zayıf olabilmek kocaman bir güçtür. Çünkü zaten gerçek zayıf olan belli anlarda zayıf değildir, her daim zayıftır.

Zayıflarla güçlülerin farkı yahut eziklerle karizmatiklerin farkı olarak tecelli eden durum hayli dramatiktir oysa. Örneğin zayıf olduğu halde gücü bir kez hissetti mi insan, nobranlaşır. Kuranî tabirle müstağnileşir. Yani 'bu bana üstün yeteneklerimden/özelliklerinden dolayı verildi' der. Bir anda havalanır. Kendini (tanrı) zanneder. Bil(e)mez bunun kocaman bir test olduğunu. "Kı*ıma yer ettiğim(i sandığım) yer, benim en büyük şansım(dı)" d(iy)emez. Öyle nadir bulunan bir durum da değildir hani bu durum. Oldukça kolay gözlemlenebilir bir hâldir bu. Gözleyen, oldukça sıklıkla fark eder bu hali. Mesela, çeşmenin başında oturan insan, susuzluk nedir pek bilmez; ta ki çeşme kuruyana kadar. Ancak akan çeşme ona hep güç verir ve onu sonsuz sanır; taa ki çeşme akmaz olana kadar. (Faydalı bilgi: Çeşm(e): göz, göze, pınar, göze benzeyen demektir. Gözün, gözenin yanı pınarın kuruması, vicdanın kurumasını ve o sağ olan duyunun öldüğünü temsil ediyor zannımca)

Yanlışlığı yüzüne vurulana kadar bunun sadece bir kitap cümlesi olduğunu sanır; taa ki sıram geliyor/geldi diyene kadar, kendinden kendine. Arayışını, olgunuluğunu/olmuşluğunu sınırlayamayan ya da bir endazeye oturtamayanın en büyük zararda olduğu gibi nafile soruların, nafile hesapların içindeki insan, nüfus kağıdı eskise bile nafile yaşamın esiri olmanın o acı sonuçlarını fark edemez. Yaşamın(ın) da sonsuz olduğunu sanır. Bil(e)mez insanoğlu neyin kalıcı/mübarek yani etkisi çağlar boyu sürecek olan olduğunu. Hep derim ya; bizim bilge kadının dediği gibi; "bir bakmışsınki bir eyvah sermayen olmuş."

Tiyatral; İngilizce tabiri ile drama(tic) olanın ne kadar iyi oynarsan oyna anlaşılabileceğinı bil(e)mez bu işin ustaları. Çünkü o kadar içindedirki bu dramatik hayatın. İçinde bulunduğu dünyayı tiyatro, hemdem şekilde tiyatro ettiği dünyayı gerçek sanmakta elim bir hataya düşmüştür. İster bir tokatla isterse yanaklarına bir buse kondurularak, ürkütülmeden, korkutulmadan, 'hey! hoşgeldin gerçek hayata' dercesine uyandırılmaya çalışılsa da derin rüyalarından o, lücid rüya meraklısı olduğundan uyan(a)maması ise gerçek dram(a)dır aslında. Ve bu drama kimilerine göre acı bir gerçek olacaktır. İroniktirki o zannedenler aslında romantik bir biçimde rüyanın kendisindedirler belki de. Kim bilir? Zaman ve hakikatler ve yahut en son tahlilde ebedi hesaplaşma/mahkeme kimin rüyada olduğunun şaşmaz doğrusunu verecektir. "Rüyasında kelebek olan bir insan mı, yoksa rüyasında insan olan bir kelebek mi?" paradoksu gibi. . .

Sömürgenin, gücün tavan yaptığı yukarıda betimlediğim, bitmez denilen o dönem bile bitmiş olsa da bu hasletin, kendisi zayıf etkisi kuvvetli dürtülerin meraklısı insan bitmeyecek. Bunu biliyoruz. Hayatın (g)özlenesi gizemi bize bunu tekrar tekrar göstermekte. Tıpkı sudoku gibi bazen cevap kolay olur. Bazen de başka satır(lar)dan çıkarım yapmak gerekir. Bu çıkarım(lar) sayesinde zorlar kolaylaşır. Örneğin birisini tanımak için onun başkalarına da olan davranışını incelemek anlamlı ve ders verici olacaktır. Bizler ise ders aldığımız sürece tekrardan kurtulacağız. Geçemediğimiz dersi tekrar ediyor olmayı anladığımızda ve dahi "artık dersimi aldım" diyene kadar bu fasid/t dairenin devam edeceğini bilmek ve bundan sakınmaya çabalamak bizi "farkında" yapacaktır. (Faydalı bilgi: Fasid: kendi başına meşru iken meşru olmayan bir şeye yakınlığı sebebiyle meşru olmaktan çıkana denir. Fasit: kısır döngü)

Mesela her hangi bir oyunun bir seviyesini geçtiğimiz zaman onu küçümsemeye başlarız; onu geçmek nice zamanımızı almış olsa bile. Yeni seviyelere, nice maceralara, nice yenilere yelken açmak isteriz. Bunun, 'bizi biz yapan' olduğunu sanarız. Aslında yeni macera, yeni zorluk; türevden öte değildir. Oyunu kurgulayan, seni yeni becerilere zorlar. Oyunu yazan kadar iyi oynayabilene kadar seni bir ihtiras sarmalında tutar. Oysa "hey! ben, oyunun bir nüvesi değilim. Öğrendiklerimi yepyeni, sadece bana özel bir oyun için kullanmak istiyorum. Öz(ü)gürüm ben" diyene kadar aslında oynanan/oyuncak, aksi takdirde oynayacak olacaksındır.

'Öğrenmek istiyorum' demek, 'bil(e)meyeceğin şeylerin de olduğunu biliyorum' demektir. Ve bu, 'biliyorum' gerçek bilmeklerdendir. Öğrenmek istemeyene bir şey öğretilemez. Tıpkı Gandhi'nin dediği gibi "Ah! Bir insanı gerçekten uyuyorsa uyandırmak mümkündür. Ama, uyumuyor da uyuyor taklidi yapıyorsa, ne kadar çaba sarf edilse de boştur." Bazısı buna "hazır olmak zamanı" der. O zaman sorarlar adama; intihar etmek üzere olanlar dışında ölüme hazır olan var mıdır mesela? Hâlbuki "ölmeden evvel ölünüz" ne kıymetli bir yoldur. Hazır olmak demektir. Hazırlanmak demektir.


Sevgiyle 19

(Not: Görsel alıntıdır)


✅ Bu içerik Kişisel Blog – Hayatı (G)özlemek tarafından hazırlanmıştır. Kullanmak ve/veya kopyalamak isterseniz serbestsiniz. Helaldir yani 😉👌

POR FAVOR/PER FAVORE


Beykoz'un otoyolu gören bir sitesinde oturuyordu. Yirmi yıldır da oralıydı; hayatın değerlerine pek oralı olmadığı halde.

Günlük hayatının parçası, olmazsa olmazı spor ile amatörce uğraşıyordu. Amatör dediğime bakmayın, tam bir profesyonel gibi ciddiye alıyordu bunu; bir çok şeyi böylesine ciddiye almadığı kadar. Hoş, bu aralar biraz tembeldi. Haftada iki güne düşürmüştü kendini var hissettiği sporunu yapmayı. Kendini böyle ifade etmeyi doğru bulmuştu. Sportmen kimliği, bir sürü kimliğin yanında en gerçek olanı ya da gösterilmesi en az zararsız yahut kârlı olandı kendi için. Tazeleniyordu sürekli; bunun sonsuz ol(a)mayacağından habersiz.

İlerlemiş yaşına rağmen düzgün denilebilecek bir vücudu da vardı hani. Kaslı kolları, geniş omuzları, dik duran bir bedeni, sağlam bir boynu hep bu spor merakının sayesindeydi. Fark edilmemesi imkansız bir kişiydi görebilene. Pek tabii ki yaşlanmanın handikapı olan yerçekimine yenik düşme lanetine kapılan yerleri de vardı. Kadın olsaydı bir estetiklik işi vardı. Erkek olsaydı da cüzdanı onun eğilimli yerlerini yerçekimine karşı durduran kozmik bir kostüm halini alırdı. Kadın mı yoksa erkek mi bilemedim şimdi, anlatıcı olarak. Sanal karakterimizin cinsiyetini okuyanın algısına bırakmayı yeğliyorum.

Turizm işindeydi. Rehberlik yapıyordu. Kariyerinin çoğu hesap(çılık) üzerineydi ama o bu yeni sayılabilecek uğraşı daha da benimsiyordu. İnsanların bilmedikleri şeyleri onlara anlatıyordu bir nevi danışman gibi. Mesleğinde iyiydi. Latin dilleri ailesinden İspanyolca ve İtalyanca ana dili gibiydi. Dil konusunda uzmandı; amel konusunda çırak olsa da. Defalarca gittiği İtalya'nın ayrı bir yeri vardı kalbinde. Oradaki yeme içme kültürü, tarz, şâşa ve kalite kendini daha iyi hissetmesini sağlıyordu. Haylidir gidemiyordu ama olsun. Özlemişti oraları. Bir fırsat yakalar yakalamaz gidecekti ama; yalnız yahut fırsatın kendisiyle.

Çocuklukta(n) ya da daha ilk gençlikten öğrenmişti bu dilleri. Bu dilleri öğrenmenin para ettiğini düşünmüştü taa o zamanlardan. Dilbazlık konusunda da fena değildi. Ağzı laf yapardı oldu olası. Beyninin o üstün arka programları sayesinde en zor durumlardan bile o dili ile çıkıyordu. Birisi saçmalıyor mu; hemen İspanyolca bir terim bulur ve onu farklı konuştururdu. Bazen içinden çıkamadığı durumlar oluyor, bu durumlar ölümle yüzleşme gibi geliyordu ona yapısı gereği. İşte bu tarz durumlarda memelilerin klasik arketiplerinden birisi ile yoluna devam ediyordu. Ölümle yüz yüze kaldıklarında memeliler, ya savaşırlar ya da kaçarlar. O da bu ana iki yoldan biri olan kaçmak ile çareyi bulmuştu. Savaştığı da olurdu ama baskın davranışı kaçmaktı. Savaşırken vurkaç taktiğini uyguladığından olsa gerek mertçe ve dürüstçe değildi savaşları da. Zaten yaşamışlıkları ve geldiği yer de bu seçiminin özünde en zararsız/hasarsız! yöntem olduğunu ona defalarca kanıtlamıştı. Niye değişsinki? Neye değecektiki? 'Savaşma seviş!' değil 'savaşma sıvış!' tarzı, tıpkı postürü gibi onu dik tutmuştu şimdiye kadar. Bundan sonra da dik tutardı herhalde. Canı dışında hiçbir şeyin önemi olmamıştı; üstelik onun bile kendini terketmesi yaşadığı sürenin yarısı kadar olmasa bile. Bu sebepten ne çok fırsat kaçırmıştı oysa. Ah, bir bilebilseydi. Ah, bir fark edebilseydi. . .

Nice yaman olmuştu hayatı haylidir; özellikle son bir, bilemedin birkaç senedir. Nice yaman yerlerden geçmişti. Nice yaman sevdaları, ilişkileri deneyimlemişti. Nice yaman sor(g)uları savurmuştu; özünde on kuruşluk ederi olan dime üzerindeki liberty (özgürlük) yazısı gibi sadece sözel olan algısı sebebiyle.Yok hükmünde say(ıl)mak nedir gayet iyi bilirdi.

Danışman, rehber dedik ya; 'hadi söyle' derdi bildiği dillerden biriyle. Kendine ise danışma gerektiren konuları dünyanın türlü türlü dilleri ile söylense dahi oralı bile olmazdı. Çünkü o sadece İspanyolca ve İtalyanca'dan anlardı. Ona o dillerden biriyle anlatmazsan anlamazdı. Ana dili olan Türkçe 'haydi söyle' dendiğinde de ya yanlış anlatır, ya eksik. Çoğu zaman da duymayarak hiç birşey. . .Korkudan mıdır, yoksa üstün hesap yeteneğinden midir bilinmez anlaşılabilmenin önce anlatmak sorumluluğundan geçtiğini bilmezdi; en azından kendi için.

'O, aslında özünde iyi biri' dediklerimiz vardır ya aynen öyleydi. Dışının o bully tarzına inat o özündeki cevheri kalın kabukların ardında sırça sığınaklarda binlerce zincirle tutuyordu. Hani dünyanın en büyük fiziki pagan putu, The Statue of Liberty var ya, Türkçesiyle Özgürlük Heykeli; altında binlerce saf Afro-amerikan'ın zincirle bağlı olduğunu düşünün. Dışı sahte özgürlük, içinde insanlığın beşiği misali. Bundan seneler önce gördüğüm ödüllü bir karikatür hatırlıyorum tam bu anlattığım şekilde çizilmiş olan ama bulamadığım için paylaşamıyorum, özür dilerim. İşte o karikatür gibiydi. Dışı liberty içi slavery.

Tereyağlı çıtır çıtır bir çukulata gibiydi bazen; hazzın doruklarına çıkartırdı. Ancak dikkat edilmezse basenine otururum ömürboyu dercesine bir garip hali vardı vesselam. . .

Özünde iyi biri olarak 'Allah gönlüne göre versin' sözünü birçokları gibi hep yanlış anlamıştı. Orada tarif edilenin, gönlüne göre yaşamın yani s*kinin keyfine göre yaşamak olmadığını ona anlatan olmuş mudur bilmem ama ben olsaydım şöyle anlatırdım.

Her şeyin sahibi olduğu gibi gönlün de sahibi, şöyle diyor 7/172'de: "Hani Rabbin Ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak, " Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" demişti. Onlar da, " Evet, şahit olduk!" demişlerdi. İşte bu, kıyamet günü "Bizim bundan haberimiz yoktu." dememeniz içindir." Burada ne demek istendiğini açıklamak gerekirse şöyle diyebiliriz.



‘AHD- İ MİSAK: Sözlükte "söz almak" demektir. İslâm kültüründe "ahd-i misak ayeti" olarak bilinen bu ayet, Allah'ın ezelde insanların ruhlarını yarattığında onlara "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorup "Dediler ki, Evet!" cevabını aldığı toplantı, meclis, ruhlar alemindeki konuşma (bezm-i elest) olarak meşhurdur... Dikkat: ruhun cinsiyeti yoktur. Sadece insan (olabilmek) vardır.

Bu ayette ne denmek istendiğini iyi anlamak gerekmektedir. Çünkü bu ayete, Kuranın şifresi dense yeridir. Ayet, "varlığın diliyle konuşan Kuran" dediğimiz üslbunun en çarpıcı örneklerinden birisidir. Görüldüğü gibi, ayette "ruhlar alemi" diye bir tabir geçmiyor. Öyle görünüyor ki Allah, burada insanoğlunun yaratılıştan (bellerinden zürriyetlerinden) gelen "fıtrat, vicdan ve sağduyu" dediğimiz melekelerini temsili olarak dile getirip konuşturmaktadır. Onlara soru sormakta ve cevaplarını -yaratan kendisi olduğu için- onlar adına yine kendisi vermektedir. Bununla insanoğlundaki fıtrat, vicdan ve sağduyunun neler yapabileceğini, potansiyel imkanlarının neler olduğunu göstermek istemektedir. Ki insan yarın kıyamet gününde, "Bundan haberim yoktu, bilmiyordum" demesin.

Demek ki her insanda yaratılıştan var olan fıtrat, vicdan ve sağduyu, Allah'ı bulabilecek güçtedir. Yeter ki dondurulmasın; üzeri hevâ ve hevesle, batıl bağımlılıklarla örtülmesin. Vahyin esas amacı insanoğlundaki bu melekeleri harekete geçirmek, açmak, vurulduğu zincirlerinden ve bağlarından kurtarmaktır. İnsan bu sayede, içindeki bu fıtri sesi dinleyecek ve Allah'ını bulacaktır. Türkçe'de "vicdanın sesini dinlemek", "sağduyudan şaşmamak " dediğimiz şey, temsili diyalogda (kinaye ile); işte bu "Evet, sen bizim Rabbimizsin, şahit olduk! " şeklinde dile gelen fıtratın/vicdanın/sağduyunun sesini dinlemek, bundan şaşmamak demektir. İnsanoğlu işte bundan şaşmamalı, bu sese sık sık dönmelidir. Bu ses, onu eğer vahim bir yanlışlık yapmazsa Allah'ına götürecektir.

Yine halk Türkçesindeki "zürriyeti bozuk, cibilliyetsiz" vs. deyimleri de, "bu sese kulak vermemiş, bundan şaşmış, bu konuşmaya şahitlik etmemiş, bunu çiğnemiş" anlamındadır. Şu halde yaratılış, karakter, yapı, tabiat anlamına gelen "fıtrat", iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırmayı sağlayan iç duyu, ahlâk şuuru, his, duyu manasına gelen "vicdan" ile doğru düşünme melekesi, doğruyu yanlıştan ayırma özelliği, aklıselim, diri duyu manasına gelen "sağduyu", burada, "Allah'ın, birbirinin belinden (sırtından) doğup gelen Ademoğullarının özüne yerleştirerek bizzat kendilerini şahit tutması" (ahd-i misak) şeklinde ifade edilmektedir. Şöyle de denilebilir: Allah'ın insanoğlunun özüne yerleştirdiği ve genellikle iç dünyamızda düşünme, anlama, akletme, tefekkür, korkma, titreme, ürperme, duygulanma vb. anlarında veya bir dış uyarıcının sarsıcı telkini ile ortaya çıkan, üzeri açılan, harekete geçen, inkişaf eden, vecde gelen işte bu fıtrat, vicdan ve sağduyunun sesine kulak vermeliyiz. Onu dinlemeli, kestirip atmamak, onunla birleştirmeli, bir araya getirmeliyiz.

Şu halde, olası bir "Allah var mı?" sorusuna ,"Evet var. Şahitlik ederim." diye karşılık vermek, Türkçe‘de "vicdanının sesini dinlemek" dediğimiz şeyin ta kendisidir. Gündelik hayatta, insanoğlu her yanlış yaptığında, defalarca içinde bir iyilik sesi duyar. İşte o ses, "gâlu-bela" sesidir. Demek ki, "Ne zamandan beri Müslümansın (=gerçekten teslim olan, barışsever, hümanist, saygılı)?" sorusuna verilen " Gâlu beladan beri" cevabı "İçimdeki vicdanımın sesine kulak verdiğimden beri, ruhumun derinliklerinden gelen o "Evet" sesine her kulak verişimde..." demek olmaktadır.’ Sonuçta tövbe, içten bir özür ve affedilme kapısı daima açıktır. Bunu bilenin/fark edenin/anlayanın Allah gönlüne göre verir ve o gönül gerçek huzuru bulur ve bilgeleşir.


Sanal karakterimize geri dönersek gönlüne göre yaşıyordu da bu gönül hangi gönüldü kendi bilecek artık. Keşke bir dostu olsaydı da onu uyarsaydı. Şu kıymeti kendinden menkul hayatın gizemi işte. Bazısı bu lüksü iyi kullanır, bazısı da elinin tersiyle iter durur. Farkındayız sanırız da ne çok yanılırız. Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür. Sanal mı desek yoksa yalan dünya mı?  Unutmasak nasıl dayanırdık? Unutmasaydık nasıl insan olurduk bambaşka deyişle.

Bir kıssa ile bitirelim de ötesini kavratır mıyız, romantikçe umalım en iyisi. 

Bilgeyi kandırmayı kafasına koymuş olan bir çömezi, 'bu sefer yanıltacağım/kandıracağım' onu diyerekten avucuna ufak bir kuş alır ve bilgeye sorar; "Elimde bir kuş var. Bil bakalım yaşıyor mu, ölü mü?" Bilge, 'ölü' dese; avucunu açacak ve kuş uçacaktır. 'Kuş yaşıyor' dese bu sefer de yumruğunu sıkacak ve kuşu öldürecektir. Bilge ise tek cümle ile cevap verir onu kandırma niyetinde olan çömezine: "O, senin elinde!". . .



Sevgiyle 19

(Not: Görsel alıntıdır)


✅ Bu içerik Kişisel Blog – Hayatı (G)özlemek tarafından hazırlanmıştır. Kullanmak ve/veya kopyalamak isterseniz serbestsiniz. Helaldir yani 😉👌