POLİTİKA!


Birçok tanımı var bu 'ne menem şeydir acep' denilesi kelimenin.

Kimine göre; 'çok(lu) yüzlülük'. Kimine göre; 'çok(lu) yalan'. Kimine göre; şehirleşmenin (kalabalıklaşmanın) getirdiği olmazsa olmaz durum. Kimine göre; 'uğraşmayacak kadar akıllı olanların çok daha aptallarca yönetilmesi'. Kimine göre; memleket meselesi. Kimine göre; varlık sebebi. Kimine göre; güce yakın ve/veya sahip olma fırsatı. Yahut kıyısından köşesinden, azından çoğundan beslendiği güç ! kaynağı.

Günümüz dünyasında (belki de hep öyleydi) bulaştığın anda ilave kabukların olması gereken samimiyetsiz yer; bireysel kendini gerçekleştirme yolculuğunda. En hafifi, "aman politik kariyerim zedelenirse/zeval görürse" diye başlayan bile bile temiz kalma dürtüsü ama aslında kirlenme yeri.

Kazanmak ve kaybetmek üzerine kurulu olduğundan mıdır nedir; sadece kazancın garanti olduğu/olabildiği yerlerde dolaşılan yer. Kaybedilme ihtimali olan yerleri karartma/kapatma/gizleme şeklinde dışavurulan hâl; ister o kayıplar !, insan-ı kâmil olarak kazanç olsun, ister olmasın.

Zannımca en güzel tanımı (bilinen) bir fıkrada bir çocuk tarafından yapılan, aslında kutsal/erdemliymiş gibi sanılan/yutturulan şey.

Çocuk babasına sorar: "Baba politika nedir?"
Baba şöyle der:
"Bak oğlum, ben eve para getiriyorum, öyleyse ben kapitalizmim."
"Annen parayı yönetir, öyleyse o hükümettir."
"Deden paranın doğru idare edilip edilmediğine dikkat eder, öyleyse o da sendikadır."
"Kardeşinin bakıcısı kız ise isçi sınıfıdır."
"Bizlerin ise tek hedefi vardır, senin rahatlığın. Dolayısıyla sen de halksın ve altında bezi ile yatan küçük kardeşin ise gelecektir."
"Söyle bakalım, anlayabildin mi?"
Çocuk düşünür ve o gece babasının anlattıklarını düşüneceğini söyler. Gece yarısı çocuk uyanır. Çünkü küçük kardeşi altını pisletmiştir ve ağlamaktadır. Ne yapacağını bilemeyen çocuk anne ve babasının yatak odasına gider. Annesi yalnız ve derin bir şekilde uyumaktadır, öyle ki onu uyandıramaz. Bakıcı kızın odasına gider. Bakar ki babası hizmetçi kızla yatmaktadır. Dedesi de pencereden gizlice onları izlemektedir.
Hepsi öyle meşguldürler ki çocuğun orada olduğunu farketmezler bile. Çocuk hiç bir şey yapamadan yatağına geri döner. Ertesi sabah baba çocuğa kendince politikanın ne oldugunu anlatmasını ister.
-"Evet" der çocuk, "kapitalizm" işçi sınıfını beceriyor...
Sendika bunu seyrediyor...
Bu arada hükümet uyuyor...
Halk ise dikkate alınmıyor...
ve gelecek bokun içinde!"...

(Baba ve dahi anne, fiilin faili olarak defacto katışıksız politikacı konumunda. Ama olsun. Adı üstünde fıkra bu. Bir nevî metafor yani.

Aslında kadın-erkek ilişkileri ile başlamıştır da denebilir, 'politika'nın tarihi. -miş gibigözükme/gösterme'den başka bir şey değildir; tıpkı Özdemir ASAF'ın dediği gibi:

''Açlığı yok edecek doktrin mi bulmak istiyorsun?
Öyleyse ne politika yapar durursun!
Dünyadakilerin yarısı açtır.
Politika, bölgedeki açları azaltacağını ileri sürüp
dünyadakileri çoğaltan gecikmenin adıdır.''

Hâlbuki, 'polite' yani nazik/kibar anlamında olan kelimeye dayansaydı anlamının kökü, ne güzel olurdu...

Sevgiyle 19

(İllüstrasyon alıntıdır.)


✅ Bu içerik Kişisel Blog – Hayatı (G)özlemek tarafından hazırlanmıştır. Kullanmak ve/veya kopyalamak isterseniz serbestsiniz. Helaldir yani 😉👌

BİR CENAZE; BİR ÖLÜM, BİR HAYAT

Kimine son görev. Kimine zorunluluk. Kimi paylaşmak için gelir. Kimi "bana da gelinsin" diye. Bazen yüzlerce kişi, bazen onlarca. Bir o kadar konuşma balonu tepelerinde duran. Bazısı kesin çizgilerle, bazısı kesikli çizgi ve bulut efekti ile. Kimisi sesli sesli konuşur. Kimisi ortamın ayırdında. Kiminin konuşası tutar, kiminin susası.

Son yıllarda gerçek sosyal medya olmuş durumda cenazeler. Mutlu anlarını pek paylaşası yok insanların. Baksanıza, ne bayramlar bayram gibi artık, ne de düğün dernekler var günler süren, kıvancı. Çağır(ıl)mıyor artık insanlar güzel şeyleri paylaşmak için. Gelmiyorlar, gitmiyorlar da tabiki. Ancak cenaze bu! Çağırılmasa da gidilen yerdir. "Cenazemiz var. Buyurun bekleriz" denmez çünkü. Davetiye bastırılmaz.  LCV'ler talep ya da takip edilmez. Sadece sahipleri, yakınları yayar mecburiyetten; akidedir diye. Haylisini, o yakınların yakınları yapar aslında.

Bu coğrafyada cenazeye katılmak özeldir. Acıyı öyle ya da böyle paylaşmak ister buraların insanı. Oraya giderken her zorluğu göze alır. Kişisel ikbâli arka tarafta kalır. Veda hutbesinde Yüzküsur bin kişiye hitap eden arkadaşları! Muhammet'in cenazesine katılan hepitopu onyedi (yanlış okumadınız 17) kişinin dışında kalanlar gibi değildir bu coğrafyanın insanı. Gerçekten mücbir bir engel olmadıkça katılır oraya. Samimidir yani oraya gitse de, gidemese de.

Küslükler olsa da ölü(m)ün hatrına icabet edilir. Bir nevi eğil(in)ir yani. Sırf o sebepten bile kıymetlidir gelenlerin gelmişliği, gelemeyenlerin mazeretleri de. Katı yürekler, acı paylaşmaya gelince yumuşar buralarda (ya da öyleydi bize öğretilen bilemedim; son yıllarda cenazeler(d)e bile yapılanı gördükçe/duydukça!?). Katılamayanlar  binbir incelikle özür bildirirler; gerek varmışçasına. Zamandan bağımsız, ilk değdiği anda eğilir zaten; sağ(olan)duyusu yüzünden.

Son görev! Son pişmanlık belki. Hani burada konuşma balonlarına dönsek; "kaç zamandır gidemedim. Cenazesine gelmek nasipmiş" de var, anıların baskısı ile bir garip sızı ve kıymet bil(e)meme utancı adına. Diğer taraftan "ne maçtı yaa"lar ya da benzeri konuşmalar yahut düşünceler. Bir tarafı hayatın milisaniye farklarla devam ettiğinin kanıdı. Diğer bir tarafı "orada yatan ben de olabilirdim, ya da benim yakın yakınım"ın psikolojik kaçışı. Önünde sonunda, hayatın devam ettiğine dair (sesli ya da sessiz) nidalar. Peki ya ders(ler), mesaj(lar) an'a dair? Alabilen alıyordur muhakkak.

Gelenekler, 'atalarımızdan öğrendiklerimiz'!!, hurafeler, batıllıklar... Anlamını bilmeden okumalar, enikonu dibe batmalar.

Ya-sîn suresini yani tam da sözlük anlamı ile insan suresini ölüye/ölü için (mev-tâya/mev-tâ için) okumak!!!!! "Diri olanı uyarsın ve gerçeği örtenler aleyhine söz hak olsun diye indirilmiştir" 36/70 demişken. Yahut, "Eğer dilersek onları boğarız. Bu durumda ne kendileri için feryat eden olur ne de kurtarılırlar. Ancak bizden bir rahmet olarak bir süreye kadar daha nimetlensinler diye kurtarılırlar. Onlara "önünüzdekinden ve arkanızdakinden sakının ki, size rahmet edilsin!" denildiğinde hiç aldırmazlar" 36/43-44-45 demişken.

Gerçekten çok ama çok dahası var bu lanet olası afyonların. Uzatmak istemiyorum. Biz adem sıfatındaki insanlar ne zaman neredeyse hergün öyle ya da böyle karşımıza çıkan (küçük kıyamet) ölümden ibret alacağız? Kendi ölümümüzü bir film seyreder gibi seyredip, film bitince, bu filmin etkisi(nde) olarak değiştireceğiz kendimizi?

Ne zaman uyanacağız, hayatın içindeki ölüm uykumuzdan; bedenlerimiz de canlı iken?

Sevgiyle 19

(Görsel alıntıdır)

✅ Bu içerik Kişisel Blog – Hayatı (G)özlemek tarafından hazırlanmıştır. Kullanmak ve/veya kopyalamak isterseniz serbestsiniz. Helaldir yani 😉👌

MATEMATİK HAYATTIR. HAYAT DA MATEMATİK -1


Uslanmaz bir matematik aşığı olarak, ilk tanıştığımdan beri "yahu şu matematiğin hayatla ne alakası var?" diyenlerden olmadım. Matematiğin içinde hayatı, hayatın içinde de hep matematiği (g)ördüm.

Bu (g)örüşlerimden birinde de sadeleştirmeye takıldım. Aslında belli belirsiz (g)özledim diyebilirim.

Sadeleştirme... Adı üstünde; karmaşıklığı azaltma yolu. Kolaylaştırmak da diyebiliriz aslında. Şöyleki; bir kaosu, problemi aşmak için sorunu/soruyu en basit bileşenlerine indirebildiğinde çözümü daha net görebilirsin. O sebepten bir soru(n) ile karşılaştığında, ilk bakman gereken yer; "onu sadeleştirebilir miyim, kabuklarından, özünü saklayan duvarlardan arındırabilir miyim?" kısmı olmalı.

İster kendinden kendine (ki aslında ilk yapılması gereken bu zannımca), isterse(n) de bir dostuna/değdiğine ve/veya karşılaştığın bir olaya sadeleştirme mantığı ile bakabilmeli insan.

Eşyalarını sadeleştirmeyle olur; ki frenkler buna minimalist akım diyor. Biz Öztürkçe kullanıp sadecilik diyelim. Ne kadar az eşya o kadar çok mutluluk. Tozunu almak, arasında kararsız kalmak, gereksiz anılarla meşguliyet vb. bu konunun sıkıntılı yerleri çünkü.

İnsanları(nı) sadeleştirmeyle olur. Neredeyse hepimizin zaman zaman bizi negatifliği ile boğan ve hayatımızı öyle ya da böyle dar eden insanları(mızı) en azından o dönemde hak ettiklere yere yani kaldırılmış/kapatılmış klasörlere kaldırdığımız/gönderdiğimiz gibi.

Duygularını sadeleştirmeyle olur. Aşırı duygusallık, en içe kapanığından (melankolik/depresif/içe kapalı vb.) en dışa vuruğuna(anksiyete/manik/agresif vb.) dengenin bozulduğunun işareti olduğundan, dengeyi bozan kısmın sadeleştirilmesi gerekir.

Düşünceleri sadeleştirmeyle olur. Gereksiz planların, endişeden başka hiç bir b*ka yaramayan çoğunun kişiye ait olmayıp kadın ya da erkek farketmeksizin mahalle baskısıyla gelen kriterlerin elenmesidir. Ne gününe, ne geleceğine faydalı olmayan (ders almalar hariç) olaylarla ilgili dahili/harici (ir)rasyonel ve/veya salt sezgisel yorumların sadeleştirilmesi gerekir.

Peki nasıl sadeleş(tir)eceğiz? Bağlamdan kopmadıysanız; matematiğin gerçekliğine inanıyorsanız, ipuçları (g)özünüzün önünde. Nasıl mı? Hadi gelin (g)özleyelim beraberce:

Bir kere kesinlikle kuralsız olmaz. Buna psikolojik dilde omurgasız olmaz da diyebiliriz bir tık.

Matematikteki sadeleştirme öz değeri değiştirmeyen pay ve payda arasında, ancak ve ancak çarpanlar üzerinde yapılacak bir işlemdir. Açmak gerekirse hayat dilinde; hem sizin pay aldığınız hem de size paydalanan bir değer düşünün bir çırpıda. İki tarafı da çarpıyor. İki taraf için de çarpıcı. Onun kriteri sizi boğmuş/çarpmış,  sizinki onu boğmuş/çarpmış. Özetle sadeleştirmeyi, sizi (ve hemdem şekilde onu) çarpan/çarpıcı olan üzerinden yapabilirsiniz. Hâla toplamada, biriktirmede, ders almada, anlam(landırm)ada olduğunuz bir şeyi sadeleştiremezsiniz/sadeleştirmemelisiniz. Tekrar matematiğe dönsek;

Mesela bu denklemde "c"yi sadeleştirebilirsiniz. Ya da silebilirsiniz. Çünkü her iki tarafta (pay ve paydada) da çarpandır. Her iki tarafı da çarpmıştır.

Ama burada "a"yı sadeleştiremezsiniz. Çünkü sadece bir tarafta çarpan durumundadır. Sadece bir tarafı çarpmış, diğer tarafa bir eklemedir. Değerine değer katar. Sadeleştiril(e)mez/silin(e)mez.


Ancak ve ancak burada sadeleştirebilirsiniz bir toplamı. Tam denklik/eşitlik olduğunda. İki tarafın da topladıkları/toplamları aynıysa sadeleşebilir. Kalan ise aslında en sade sonuçtur.

Sadeleştirme ile başlar her şey. Daha doğrusu matematikle başlar, matematikle devam eder. Çünkü matematik hayattır. Hayat da matematik. (G)özlerseniz (g)örürsünüz. 

(Bir sonraki matematik (=hayat) yazısı: Cauchy Dizisi/Serisi. Hayatı tam anlam(landırm)ak gibi olacak galiba 😊. Şimdiden heyecanlıyım. 😊)

Sevgiyle 19

(Görseller hiç de mükemmeliyetçi olmayan bir kaygı ile çizilmiş ve paylaşılmıştır)



✅ Bu içerik Kişisel Blog – Hayatı (G)özlemek tarafından hazırlanmıştır. Kullanmak ve/veya kopyalamak isterseniz serbestsiniz. Helaldir yani 😉👌

(G)ÖZÜYLE (G)ÖRMEK

(G)özümüz yanılır bazen; belki de çoklukla, kimbilir? Gördüğümüz şeyi anlamlandırdığımız, sınıflandırdığımız ve üstüne üstlük zihnimizde karara bağladığımız kriterlerimiz bizi yanıltır bazen; belki de çoklukla, kimbilir?

Hâlbuki daha önce de cesaret için dediğimiz gerek şartlar, gözleme dayalı kararlar için de geçerli ve gereklidir. Yani hem rasyonel olmalı (gerçek verilere dayanmalı, sebep-sonuç ilişkisinin olabilecek en üst seviyesinde; anda ve sonrasında da sor(g)uya açık olmalı). Hem de sezgisel olmalı (ağırlıkla sağduyuya, iyiye, olumluya dair her türlü hissedişe açık olmalı). Sonuçta dengede olmalı, olabilmeli gözlemlerimize dair içimizde ve/veya dışavurduğumuzda aldığımız/alacağımız kararlar.

Diğer taraftan kınanan olmak bazen o kadar da kötü olmayabilir. Bunu cesaretle (g)öze alabilen; daha çok, hatta oldukça çok (en azından kendi içinde) güçlenecek ve dahi güzelleşecektir . Bir nevi huzur hali de diyebiliriz buna; kelimelerin tam da yetmediği, anlatılmaz yaşanılır denilen  cinsten.

İyi taraflarda gizli olma, kötü taraflarını! açıkta tutma hali, aslında bir yoldur. Bunun tarihte ve yol demek olan tarikat jargonunda bir karşılığı var. Kendisi hiç bir zaman tarikat (şeyhi, hırkası, ünvanı, ibadet şekli, tekkesi, dergahı vb)  olmamış, olmayı reddeden bir akım olarak Melâmilik bu konunun tam korundan girmekte. Bir Melâminin göster(me)diği şeyler, hani parantez içindeki İngilizce karşılığı ben(im) olan 'me' hecesindeki gibi "o" na veya "O" na bağlı ve ayrıca ulaşma, değme yollarından olabilir. Küçük "o" ile büyük "O" arasındaki benzerlik veya farklar ise yaşadığı, andığı yere ve zamana göre değişiklik gösterir insanın. "o/O"na olan sevgisi öylesine büyüktürki her türlü kınanmayı (g)öze alır. Bilir, bilmek ister birgün ona ulaşacağını. Tüm sor(g)uları da bu yoldadır.

Şeytan'ın "O"na olan aşkının tezahürüdür bir nevi. Sonsuz lanetlenmeyi göze alacak, bunun için de yanacak/yanmayı kabul edecek kadar sevecektir. Şeytanın (bile) aslında arınma ihtimali, 'şeytan' olduğunu/olabildiğini bilmesidir. Yani, kötü olduğunu/olabildiğini bilmek, tam bir farkındalık halidir. Geriye sadece samimi bir tövbe/özür/eğilme kalır. "O"nun kabul et(me)mesi yine yukarıda dediğimiz gibi "O"nun 'me' takısında gizlidir. Bunun bilgisi sadece "O"ndadır.

Farkındalık halinden hemen sonraki yol da tam da şöyle olmalıdır zannımca.
"Evvela kötü düşüncelerde olmayacaksın. Hadesten necasetten kendini paklayacaksın. Daima pak gezeceksin. Daima hakkın huzurundaymış gibi hareket edeceksin. Yalan söylemeyeceksin. Haram yemeyeceksin. Zem, haset, fesat, gurur, kibir, inat ve buna benzer fena halleri terk edeceksin. Kimse hakkında fena söz söylemeyeceksin. Kalbinde dahi kimse için kötü düşünmeyeceksin. Kendi kulluğunla meşgul olacaksın. Kimsenin ibadetine, inancına karışmayacaksın. Kimsenin inancını hor görmeyeceksin."

Hem dalgalı mutedil hem de (ah)kâm olsun diye:

(Fa)kirliliğim değil,
(Z)enginliğimdir "o"

Uzak durduğum değil,
Hasretimdir "o"

Bilmediğim değil,
Derinden değdiğimdir "o"

(Vaz)geçtiğim değil,
Ne böyle sevdiğim, ne de böyle seveceğimdir "o"

Varsa da, yoksa da 1 eylediğimdir "o"

Çayım da "o"
Rakım da "o"
Denizim de "o"
Dağım da "o"

Bazen 'hiç' "o"
Bazen 'hep' "o"

(G)özün (g)ördüğü hep "O"

Sevgiyle 19

(İllüstrasyon alıntıdır.)



✅ Bu içerik Kişisel Blog – Hayatı (G)özlemek tarafından hazırlanmıştır. Kullanmak ve/veya kopyalamak isterseniz serbestsiniz. Helaldir yani 😉👌

OLABİLSEYDİ KEŞKE

Bir süredir düşünmekteyim ki, dünya tarihinde, dünyanın neresinde olmaktan mutlu olurdum diye? Tartışmasız şekilde olmak istediğim zaman ve yer, 1930'ların Türkiye'si olurdu.

Hangisinden başlayacağımı gerçekten bilemiyorum. O kadar çok sebep varki bunun için, anlatamam. Deneyeyim en iyisi yine (g)özlem mantığı ile.

Ortak utkuda olan şimdiye kıyasla bir avuç insan ama dünyaya bedel olanlar var. Harap olmuş yerleşkelerin yeniden imar edilmesi var; azami doğaya, etiğe, görselliğe saygı ile. Tarumar olmuş hayatların, parçalanmış sevgi zincirlerinin yeniden onarılması için topyekün elele vermek var. Yurttaşlığın kıymeti var. Merkezde kesinlikle ama kesinlikle insan var. Marabalık, kulluk, reayalık, kölelik out, öz(ü)gür birey in yani. Tüm bu bireylerin kollektif bir bilinci de var ama.

Kanaatkarlık var ama çabanın en dibi de var. (U)mut kelimesinin ya da kelimelerinin en anlamlı, en gerçek, en dolu hali var.

Artık kavganın değil selâmın yani barışın zamanı var. Memleketteki topyekün tüm insanların enerjileri bu yönde. Hem kendi içinden kendi içine, hem dışarıya barış ve sevgi kelimeleri, cümleleri yükselmekte.

Hani tarifi yapılan Daru's- Selâm yani evrensel barış yurdu gibi yani. Paylaşımın, eşitliğin tavan yaptığı, hor gör(ül)melerin olmadığı, sınıfsız, sömürüsüz, saldırısız, savaşsız, sınırsız bir cennet toprağı tam da.

Eşi benzeri görülmemiş ekonomik kriz olan 'büyük buhran'da dahi tüm dünya hacamat olurken +%5,9 oranında büyüyen bir ülke var. Altyapının, medeniyetin benzersiz âbâd edilmesi var. Boşa denmedi mesela "demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan" diye.

Özellikle şerefli kelâmın kaynağından; devlet olmanın/etmenin, tam da o lisandaki mülk sahibi olmanın olmazsa olmaz şartlarının birebir uygulandığı, yaşatıldığı bir yer var. Adalet var. Yani ne olursa olsun, kim olursa olsun haksız davranma yok. Emânet var. Emanet edilen şeyin naifçe/nazikçe bir duyguyla/dokunuşla gözetilmesi var. Sahiplenme değil, verilen/bırakılan emanetin kişisel ikbâlden uzak kollanması var. Meşveret var. Yani kollektif bilinçle, paylaşarak, ortak karar alma var. Kavramsal olarak sırça kalan demokrasi anlayışının geçmiş/gelecek olabilecek en üst versiyonu var. Maslahat var. Yani tıpkı o marşta söylendiği gibi faydalı olanı elde edip zararlı olanı defetme var. Ortak fayda var yani. (Bir hızla kötülüğü, geriliği boğarız; Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız.)

Rönesansın ve reformun bu ülke tandansında uygulamaları var. (ki eşi benzeri görülmemiş bir yürüyüşün sadece bir kaç adımıdır bunlar)  Dil-tarih-coğrafya fakülteleri, radyolar, konservatuarlar, halkevleri, köy enstitüleri, dil kurumu ve daha nicesi işe/amele dökülüp sadece halka/halk için yürüyüş var.

Kardeşlik var. Doğu-batı yok, kuzey-güney yok. Alt-üst yok. Elbirliği var. İmece var. Türkiş 'Ubuntu' var. Paylaşım var. Yani topyekün, tam, dolu dolu sevgi-sevda var.

Aydınlanma, aydınlatma var. Türkçe Kur'an var. Duygularını hissettiğin dilde; "aşık oldum", "sevindim", "üzüldüm", "kızdım", "canım sıkıldı", "keyiflendim", "umutlandım", "ders aldım" dediğin dilde anladığın/anlaman gereken bir yüce mesaj var.

ÖĞRETMEN'in tek değerli olduğu zamanlar var. Ona, emeğine, bilgisine saygı var.............

"Davet ederlerse gireriz (=davete icabet ederiz)" denilen omurgalı/mağrur duruşla birlikte nobran olmayan katılım var. 'Barışın, marufun olduğu yerde varız' var yani.

Keriman Halis ECE var. Türk kadının, kraliçeliği var. Güzelliği var. Dünyanın önündeki örnekliği var.  Bunun kutsanması sırasında söylenen "...Övündüğünüz doğal güzelliğinizi bilimsel biçimde korumasını biliniz ve bu yolda bir değişimin sürekli olmasını ihmal etmeyiniz. Bununla birlikte asıl uğraşmaya zorunlu olduğunuz şey, annelerinizin ve atalarınızın yaptığı gibi yüksek kültürde ve yüksek erdemde dünya birinciliğini tutmaktır." gibi çıtayı hep yukarıda tutmak var.

Kültür var. Sanat var; faaliyeti var, planı var, önemsenmesi var. Opera var, tiyatro var, resim var, şiir var...

Efendi, paşa, ağa lakapları, ünvanları yok. Soyadı kanunu var. Adem'den bu yana olan en önemli insan olma, medeni olma, öz(ü)gür olma şartı var yani. Aile olma/olabilme/olma zorunluluğu var. Hangi harfle başlarsa başlasın babasının, annesinin yani seceresinin bilinmesi (hakkı) var.

Dedim ya saymakla bitiremem. Bitmedi. Bitemez. Ancak sınırımızı bilelim. Sıkıcı olmayalım. Kendi adıma demiş miydim; olmak istediğim zaman ve yer 1930'ların Türkiye'si diye.

Sevgiyle 19

(Fotoğraf alıntıdır. Tek bir fotoğraf yetmez diyenler...)

✅ Bu içerik Kişisel Blog – Hayatı (G)özlemek tarafından hazırlanmıştır. Kullanmak ve/veya kopyalamak isterseniz serbestsiniz. Helaldir yani 😉👌

"SLOGAN BULAMADIM. ÇARE DROGBA"

Her yerde açgözlülük. Her yerde hırslar, ihtiraslar, hasetler, (b)enlikler. En acımasız, en izansız empatiden hadi geçtim; hatta sempatiden bile yoksun 'sen' dilleri. Pozisyonlar, köşe kapmalar. Önüne geçilemez endişeler, korkular ve  korku salmalar.

Gücü! kaybetmemek için güç kullanmalar. Ötekileştirmeler, aşağılamalar. Kolayca çıkan hakaretler. Kula kul ol(dur)malar.

Sağduyudan yoksun hitaplar, konuşmalar, dinleme(me)ler. Nereden bakarsan bak ahmakça, nereden baksan tutarsızca yalanlar, yalanlar, yalanlar...Parmak göstermeler, parmak sallamalar. Yeni dünyanın yine çakma/hep çakma "zillullah fi'l-arz"ları.

Kendilerine put edinenler dışında kesinlikle hora geçmeyen hor görmeler.

'Ne/kim gibi olmalı?'nın örnekleri;

yerine 'ne/kim gibi olmamalı?'nın örnekleri bolca (şükürki). Nasıl döneme düştük, nasıl?

Kralların, ülkelerin önünde saygıdan eğildiklerinden nerelere...Tarih tekerrür halini güzelliklerde ne zaman gösterecek? Biz kıyam etmedikçe olmayacağı kesin zannımca. 




Sevgiyle 19

(Fotoğraf alıntıdır)

✅ Bu içerik Kişisel Blog – Hayatı (G)özlemek tarafından hazırlanmıştır. Kullanmak ve/veya kopyalamak isterseniz serbestsiniz. Helaldir yani 😉👌

ONURLU VE SERÇİN BİR GECE

(G)özü sadece kendi (g)özündeki yaşlı adam kendi halinde ve dahi kendisi ile muhabbette iken, bir yandan rakısını yudumluyor, diğer yandan kulaklığıyla seviyesi kendi kontrolünde olan bir seste dem hissettiği şarkıyı yaş(at)ıyordu. Bulunduğu mekanla bütün ama bir o kadar da ayrıydı. Hani, benzetmeye yeltensek, engin ve turkuaz renkli bir deniz içerisindeki balık gibiydi. Hem deniz ile bütünleşik, hem de ayrı. Hem içinde ve ona ait, hem de sınırsızca özgür.

Sayıların önemi yok, anlamlı olduğu yerler dışında ama çokluktan kinaye olsun niyetiyle; yetmişikinci çayını yudumlarken gözleri kapalı, şarkılarına eşlik etmekteydi sesli sesli, öz(ü)gürce. Apansız, bir karaltı belirdi gözlerinin hizasında. Belli belirsiz irkildi; sadece kendisinin farkedeceği şekilde.  Genç bir delikanlı durmaktaydı hepitopu altmış santim ötesinde. Tahta masanın genişliği neredeyse o kadardı çünkü. Masanın tam da öte ucundaki sakallı adam, yüzünde kâh çekingen kâh cesaretli gülüşü ve elinde bardağı ile ona bakıyordu.

Önce anlamlandıramadı. Hani, balık dedik ya, sudan çıkmışçasına bir şok yaşadı yaşlı adam. O sırada hem şarkısını dinliyordu hem de şarkının içine girip (g)özünü akıtıyordu kalemi ile önündeki kaleminin sevgilisi kağıda. Niyetini anlayamadı bu genç delikanlının. Fıtratı gereği olsa gerek, direk (g)özüne baktı; anlayabilmek için niyetini. Farketti samimice güldüğünü. Farketti güzel niyetini. Birşeyler diyordu dudakları genç adamın; ama anlaşılmayan. Yaşlı adam, neden sonra farketti neden anlayamadığını genç adamın dediklerini. Dışarıdan bakılınca durum oldukça şapşalcaydı kesinlikle;  kulağında kulaklık varken anlamaya çalışıp anlayamadığının ayırdına vardı. Yüksek volümlü şarkı haricen konuşan birini duymaya engeldi çünkü. Kendine bunca yıl ve tecrübe ile zar zor öğrettiği bir sakinlikle kulaklarındaki kulaklığı çıkarttı ve duymaya başladı; sakallı genç adamın sesini. Önceleri karaltı gibi ve anlamsız olan, duymaya başlayınca bir aydınlığa ve anlama dönüşüveren adamın sesi artık vücut bulmaya başlamıştı şükür. Allah'tan, yalın cümleler kuruyordu gecenin o saatinde. Naif ses tonundan anlaşılıyor olsa gerek; karşısında oturan adamı belki de denizinden çıkardığının ayırdına idi. Önce şöyle başladı; değişin en güzel başlangıcı ile belki şuurla belki de bilinçaltındaki barışsever ruhu ile:

"Merhaba"...sonra devam etti duraksamadan; artık duyulduğunun enikonu ayırdına.."O kadar güzel söylüyordunuzki, kadeh tokuşturmaya geldim,"

Ağzından bal damlayan birisinin halini almıştı o az önce ne menem denilesi karanlığın. Aydınlığın adı oluvermişti kıymeti kendinden menkul cesareti ile  bir anda az öncesinin karanlığı.

Hemencecik buyur etti yaşlı adam genci masasına. Hatta ısrar eti de denilebilir masasına oturması için, onun güzel değişine aynı şekilde mukabele ederek; yani güleç bir "merhaba"dan hemen sonra. Belki zorlamayla belki dünden razı bir niyetle oturdu genç adam bu sefer altmış santim öteye. Yaşlı adam, gencin cesareti ve dahi samimiyetine karşılık verdi; kadehini kaldırarak, ikinci bir "merhaba" ve arkasından "hoşgeldin" diyerek. Satrançte hamle sırasını savmış oyuncu gibi ve saygıyla niyetini açmasını bekleyerek sustu sonrasında; milyon kere milyon kelimeyle dolu olmasına rağmen.

Tanışmaktan onur duyduğu genç adam, olanca samimiyetiyle belki de babası yaşındaki adamın kâh saygı ile kâh sevgi ile ortak oldu tam da o anda içilen yudumlarına. Gecenin en güzel anlarının habercisi paylaşılan yudumlardan sonra sıraladı kelimelerini ardı ardına; tam bir reklamcı gibi giriş-gelişme-sonucu aynı cümleye sığdırarak.  "Arkadaşım ile oracıkta oturuyorduk. Farkettikki; aslında daha çok o farketti ki, size değmemiz gerekiyor bir şekilde diye" ve noktalı virgül kadar es vererek devam etti cümlesine: "işte o aslında gerekli olmayan gereklilik sayesinde buradayım; ben ve onun adına".

Yaşlı adamsa kıymet(i) hissetti ve sırası geldiğinin farkında, açtı ağzını. "O zaman, 'biz' diyebilen siz, eşzamanlı olmalısınız burada. Beni de katın aranıza da, biraz daha büyük bir 'biz' olalım"

Hemen ardından mekanın nida uçurmaya elverişli zamanı ve ortamı sayesinde diğer kıymetli arkadaş da buyur edildi masaya. Çok da ısrar edilmedi bu sefer ve o da gülerek arşınladı aradaki kısacık mesafeyi, elinde yarısı içilmiş rakı kadehi ile; tam bir hanımefendi edasıyla. Yunus misali gülüşü ve üzüm buğusu gibi güzelliği ile oturdu genç kız, genç ve yakışıklı adamın hemen yanındaki sandalyeye. "Hoşgeldin"ler, "hoşbulduk"lar ve "merhaba"lar bir kez daha tekrarlandıktan sonra yaşlı adam artık sıradan olan direktliği ile "ee, hikayeniz nedir, anlatsanıza" diyerek bodoslamadan girdi konuya. İsmi birkaç denemeden sonra hafızaya kazınabilen olan başladı önce anlatmaya tüm samimiyeti ile. Yargılanmaktan, eleştirilmekten, küçümsenmekten ve yahut garipsenmekten korkmayarak hayatının ışıltılı yanlarını değil tersine tam da sor(g)ularının olduğu yerleri vurguladı. Sahtelikleri yahut yalancı cennetliği ile ünlü Bodrum'da doğmuş olduğundan başladı. Aşka ve aslında sevgiye dair en güzel kabul cümleleri ile devam etti: "Çok varlıklı ancak çok hızlı bir şekilde düşüşe geçmiş bir ailenin ferdi olarak önem verdiğim tek şey, azimli, çabada ve cesur olan bir sevdiğim olsun. İnanın bu bana yeter. Sınır(sızlık)larımı elân bilen ve her daim bilmek isteyenim". Aslında geleceğe çıpa atmadı niyet bildirir gibi. Tersine, tam bir şuurla tam da tarif ettiği gibi birini seve(bile)ceğinin kodlarını verdi. Anlayana sivrisinek saz, anlamayana Top Secret Drum Corps bile az. Bu öz(ü)gür kızın anlattıklarıyla upuzun bir yolculuğa gitti geldi yaşlı adam; onlar farketmeksizin.

Dakika gibi geçen nice saatten ve onlarca farklı konu başlığından sonra bir es vermek gerekiyordu muhabbete. Çünkü gece sabaha yaslanmış, mekanın da emektarları yorgun düşmüştü. Konuşulacak, paylaşılacak, ders alınacak çok şey vardı da; zaman, ah o zalim zaman akışını keyifteyken ne de fazla arttırıyordu. Kocaman bir an(ı) birikmişti yine hayatı (g)özlerken.

Eh, artık evli evine, köylü köyüne

Sevgiyle 19

✅ Bu içerik Kişisel Blog – Hayatı (G)özlemek tarafından hazırlanmıştır. Kullanmak ve/veya kopyalamak isterseniz serbestsiniz. Helaldir yani 😉👌

BİR KAŞ(K) GÜNCESİ

Yılın bu zamanları bir b(aşk)a oluyor Kaş. Başka dediğime bakmayın, aslında çok şey aynı. Nasıl desem, nasıl anlatsam bilemedim; aynılığın aynısını işte.

Mesela manzara aynı. Şiirden anlamayanı bile şair eden. Müzikten anlamayanın içindeki müziği açığa çıkartır cinsinden ya da.

Sokaklar aynı, lokantalar da aynı. Balıkçının oltasına ve dahi kutsayan tarafından yenilen balıklar da aynı. İçilen rakı da aynı, ağızda bıraktığı o zamazingo tad da, verdiği his de.

Şöminenin ısıtışı da aynı bak mesela. Gündüzünün sıcaklığına inat, gecesinin soğuğu da aynı. Sözün özü; tezatı da aynı, aynılığı da.

(İl)hâm kaynağı içinde saklıların dışavurumları da aynı. Yal(ı)nız, ama değil. Yahut böyle olanda hem öyle hem böyle. Nereden mi biliyorum? Onlarca şarkıyı alto saksafonuyla çalan o yalın cılız adamın nefesinden tabiiki. (Videosunu koyamadım buraya ama, manzara kadar güzeldi çaldıkları)


Otellerin önündeki begonvillerin vahşi güzelliği de aynı, masalardaki masum fulyaların baştan çıkartıcı kokusu da.

Sessizlik içindeki sen gibi, senin içindeki sessizlik gibi; sadece bir (s)es gibi gelen an(ı)lar aynı; (g)özlemlediğin.


Dalınan yer(ler) de aynı, inilen dip(ler) de. Elli, ellibir, elliiki.. Gitmek istediğin kadar. O anki sınırların kadar, yahut zorlayabildiğin kadar. Bir o kadar da vurgun yemeden dönebileceğini kestirebileceğin kadar ama. İster aşağılara, ister yukarılara, ister yakınlara, ister uzaklara..

Tabelalar da aynı, gösterdikleri yönler de. Bir tarafı hediye gibi, diğer tarafı anti(k)(patik) gibi. Komik ya da değil, tam da Kaş(k) gibi yani.

Demiş miydim ama manzaranın bir (b)aşka davetkarlığı bile aynı.

Aynı olmayan ne peki? Yahut önemi var mı?Bak işte burası..

Sevgiyle 19

✅ Bu içerik Kişisel Blog – Hayatı (G)özlemek tarafından hazırlanmıştır. Kullanmak ve/veya kopyalamak isterseniz serbestsiniz. Helaldir yani 😉👌

EFENDİLİK, ONAYLA(N)MA VE AŞK ÜZERİNE

Özgür insan özellikle aşk meselelerinde oldum olası cesur olmuştur. Çünkü bu duygu onun sahip olmadığı bir yerden yani kalbinden gelir. Hani o kan pompalayan ve böbrekten farksız olan organından değil. Hissettiklerini adreslediği yerden; sinesinin içindeki yerden yani. Bu yer, isterse hormonal faaliyetlerin ve dahi elektriksel sinyallerin gerçekleştiği yer olan beyin olsa da; o yer sinedir aslında. Sine, yangının olduğu/olabildiği yerdir çünkü. Hani eskilerin 'iman tahtası' dediği yerdir.

Hikâye bu sefer bir ustadan ve onun dillere destan dışavurumundan. Bize sadece (g)özlemek düştü. Olsun. Bu hal bile şereftir. Anlamak, örnek almak ve haddimizeyse kutsamak bize düşer. Hani Refik DURBAŞ'ın "Çırak aranıyor" şiirindeki gibi hasret bize düşsün.

Kahramanım(ız) Neşet'in, muhteşem Leyla aşkının kısa bir kesidi bu anlatacaklarım. Yahut alıntılayacaklarım.

Onaylanma kaygısı ile Neşet aşık olduğu Leyla'yı tanıştırıyor babası/ustası Muharrem Ertaş ile. Muharrem Ertaş ise onaylamıyor bu birlikteliği (hakkı varmışçasına). Neşet, öz(ü)gür ruhunun peşinden gidiyor. Babasının efendiliğini onaylamıyor ve hayatının aşkına meylediyor sonu vuslat da olsa hüsran da, cesaretle. Evleniyorlar, mutlu oluyorlar, seviyor, seviliyorlar. Üç çocukları oluyor. Hüseyin, Döne ve Canan dahi onların aşkını ayakta tutamıyor bir türlü. Olmuyor bir şekilde sonrasında. Olmuyor işte. Diyeceksinki niye, o yerinde öyle...

Neşet'in Leyla aşkı bitmiyor, bitemiyor ama bir kere ayrıldı. Babası/ustası Muharrem ona sitem dolu bir şiir yazıyor, kâh baba olarak ama bence esas usta olarak duygu transferi yapıyor yani şiir ile; ne hissediyorsa aktarıyor mertçe kendinden doğru.


Evelde tutmadın Neşet sözümü
Öksüz koydun yavruları kuzunu
Almasaydın Boluların kızını
Son pişmanlık fayda vermez evladım
Ben Neşet'im diyorsun o da der Leyla
Sebep oldu anası ayırdı böyle
Bir ben söyleyim Neşet bir de sen söyle
Ata sözü muteberdir evladım
Tükettin ömrümü koymadın özümü
Ata sözü tutmayan döver dizini
Leyla çıkmış konsere takmış pozunu
Bu da bize bir zuldür evladım
Temiz ruhlu hoş sohbetsin şöhretsin
Hakkın vardır evlenmeye evladım
Mevlam sebep olanları kahretsin
Aslı bozuk alma dedim evladım
Küsmedim Neşet'im kahrettim sana
Baban değil miydim sormadın bana
Olan olmuş yavrum ne deyim sana
Sen aklını yitirmişsin evladım
                     Muharrem ERTAŞ

Sonrasında Neşet öz(ü)gürlüğünden ve sevgisine sadakatinden hiç bir şey kaybetmeden hem babası/ustası Muharrem Ertaş'a hem de dünyaya haykırıyor 'ayrılmış olsam da laf dedirtmem sevdiğime/sevgime/hissettiklerime' dercesine ve hatta taamüden diyerek babası/ustası'na bu şiiri yazıyor yine duygu transferinin en saf haliyle. Hatta o bilge insandan çıkan en güzel omurganın işareti cümlenin geçtiği şiirle cevap veriyor efendilik taslayan babası/ustasına.

Ulu arıyorsan analar ulu
Sevmişiz biz onu olmuşuz kulu
Analar insandır biz insanoğlu
Aslı bozuk deme gel şu insana

Aşkı kimden aldın sevgiyi kimden
Aslı bozuk deme gel şu insana
Soracak olursan eğer ki benden
Aslı bozuk deme gel şu insana

Yazımızı felek yazdı Mevlâ'dan değil
Senin dediklerin evladan değil
Her hata suç bende Leylâ’dan değil
Aslı bozuk deme gel şu insana

                     Neşet ERTAŞ


Neşet olmak kolay değil elbet. Ama Leyla olmak da her kula nasip olmaz. Hele de Neşet'in Leyla'sı isen.
 



Sevgiyle 19

(Not:Fotoğraf alıntıdır)


✅ Bu içerik Kişisel Blog – Hayatı (G)özlemek tarafından hazırlanmıştır. Kullanmak ve/veya kopyalamak isterseniz serbestsiniz. Helaldir yani 😉👌