POR FAVOR/PER FAVORE


Beykoz'un otoyolu gören bir sitesinde oturuyordu. Yirmi yıldır da oralıydı; hayatın değerlerine pek oralı olmadığı halde.

Günlük hayatının parçası, olmazsa olmazı spor ile amatörce uğraşıyordu. Amatör dediğime bakmayın, tam bir profesyonel gibi ciddiye alıyordu bunu; bir çok şeyi böylesine ciddiye almadığı kadar. Hoş, bu aralar biraz tembeldi. Haftada iki güne düşürmüştü kendini var hissettiği sporunu yapmayı. Kendini böyle ifade etmeyi doğru bulmuştu. Sportmen kimliği, bir sürü kimliğin yanında en gerçek olanı ya da gösterilmesi en az zararsız yahut kârlı olandı kendi için. Tazeleniyordu sürekli; bunun sonsuz ol(a)mayacağından habersiz.

İlerlemiş yaşına rağmen düzgün denilebilecek bir vücudu da vardı hani. Kaslı kolları, geniş omuzları, dik duran bir bedeni, sağlam bir boynu hep bu spor merakının sayesindeydi. Fark edilmemesi imkansız bir kişiydi görebilene. Pek tabii ki yaşlanmanın handikapı olan yerçekimine yenik düşme lanetine kapılan yerleri de vardı. Kadın olsaydı bir estetiklik işi vardı. Erkek olsaydı da cüzdanı onun eğilimli yerlerini yerçekimine karşı durduran kozmik bir kostüm halini alırdı. Kadın mı yoksa erkek mi bilemedim şimdi, anlatıcı olarak. Sanal karakterimizin cinsiyetini okuyanın algısına bırakmayı yeğliyorum.

Turizm işindeydi. Rehberlik yapıyordu. Kariyerinin çoğu hesap(çılık) üzerineydi ama o bu yeni sayılabilecek uğraşı daha da benimsiyordu. İnsanların bilmedikleri şeyleri onlara anlatıyordu bir nevi danışman gibi. Mesleğinde iyiydi. Latin dilleri ailesinden İspanyolca ve İtalyanca ana dili gibiydi. Dil konusunda uzmandı; amel konusunda çırak olsa da. Defalarca gittiği İtalya'nın ayrı bir yeri vardı kalbinde. Oradaki yeme içme kültürü, tarz, şâşa ve kalite kendini daha iyi hissetmesini sağlıyordu. Haylidir gidemiyordu ama olsun. Özlemişti oraları. Bir fırsat yakalar yakalamaz gidecekti ama; yalnız yahut fırsatın kendisiyle.

Çocuklukta(n) ya da daha ilk gençlikten öğrenmişti bu dilleri. Bu dilleri öğrenmenin para ettiğini düşünmüştü taa o zamanlardan. Dilbazlık konusunda da fena değildi. Ağzı laf yapardı oldu olası. Beyninin o üstün arka programları sayesinde en zor durumlardan bile o dili ile çıkıyordu. Birisi saçmalıyor mu; hemen İspanyolca bir terim bulur ve onu farklı konuştururdu. Bazen içinden çıkamadığı durumlar oluyor, bu durumlar ölümle yüzleşme gibi geliyordu ona yapısı gereği. İşte bu tarz durumlarda memelilerin klasik arketiplerinden birisi ile yoluna devam ediyordu. Ölümle yüz yüze kaldıklarında memeliler, ya savaşırlar ya da kaçarlar. O da bu ana iki yoldan biri olan kaçmak ile çareyi bulmuştu. Savaştığı da olurdu ama baskın davranışı kaçmaktı. Savaşırken vurkaç taktiğini uyguladığından olsa gerek mertçe ve dürüstçe değildi savaşları da. Zaten yaşamışlıkları ve geldiği yer de bu seçiminin özünde en zararsız/hasarsız! yöntem olduğunu ona defalarca kanıtlamıştı. Niye değişsinki? Neye değecektiki? 'Savaşma seviş!' değil 'savaşma sıvış!' tarzı, tıpkı postürü gibi onu dik tutmuştu şimdiye kadar. Bundan sonra da dik tutardı herhalde. Canı dışında hiçbir şeyin önemi olmamıştı; üstelik onun bile kendini terketmesi yaşadığı sürenin yarısı kadar olmasa bile. Bu sebepten ne çok fırsat kaçırmıştı oysa. Ah, bir bilebilseydi. Ah, bir fark edebilseydi. . .

Nice yaman olmuştu hayatı haylidir; özellikle son bir, bilemedin birkaç senedir. Nice yaman yerlerden geçmişti. Nice yaman sevdaları, ilişkileri deneyimlemişti. Nice yaman sor(g)uları savurmuştu; özünde on kuruşluk ederi olan dime üzerindeki liberty (özgürlük) yazısı gibi sadece sözel olan algısı sebebiyle.Yok hükmünde say(ıl)mak nedir gayet iyi bilirdi.

Danışman, rehber dedik ya; 'hadi söyle' derdi bildiği dillerden biriyle. Kendine ise danışma gerektiren konuları dünyanın türlü türlü dilleri ile söylense dahi oralı bile olmazdı. Çünkü o sadece İspanyolca ve İtalyanca'dan anlardı. Ona o dillerden biriyle anlatmazsan anlamazdı. Ana dili olan Türkçe 'haydi söyle' dendiğinde de ya yanlış anlatır, ya eksik. Çoğu zaman da duymayarak hiç birşey. . .Korkudan mıdır, yoksa üstün hesap yeteneğinden midir bilinmez anlaşılabilmenin önce anlatmak sorumluluğundan geçtiğini bilmezdi; en azından kendi için.

'O, aslında özünde iyi biri' dediklerimiz vardır ya aynen öyleydi. Dışının o bully tarzına inat o özündeki cevheri kalın kabukların ardında sırça sığınaklarda binlerce zincirle tutuyordu. Hani dünyanın en büyük fiziki pagan putu, The Statue of Liberty var ya, Türkçesiyle Özgürlük Heykeli; altında binlerce saf Afro-amerikan'ın zincirle bağlı olduğunu düşünün. Dışı sahte özgürlük, içinde insanlığın beşiği misali. Bundan seneler önce gördüğüm ödüllü bir karikatür hatırlıyorum tam bu anlattığım şekilde çizilmiş olan ama bulamadığım için paylaşamıyorum, özür dilerim. İşte o karikatür gibiydi. Dışı liberty içi slavery.

Tereyağlı çıtır çıtır bir çukulata gibiydi bazen; hazzın doruklarına çıkartırdı. Ancak dikkat edilmezse basenine otururum ömürboyu dercesine bir garip hali vardı vesselam. . .

Özünde iyi biri olarak 'Allah gönlüne göre versin' sözünü birçokları gibi hep yanlış anlamıştı. Orada tarif edilenin, gönlüne göre yaşamın yani s*kinin keyfine göre yaşamak olmadığını ona anlatan olmuş mudur bilmem ama ben olsaydım şöyle anlatırdım.

Her şeyin sahibi olduğu gibi gönlün de sahibi, şöyle diyor 7/172'de: "Hani Rabbin Ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak, " Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" demişti. Onlar da, " Evet, şahit olduk!" demişlerdi. İşte bu, kıyamet günü "Bizim bundan haberimiz yoktu." dememeniz içindir." Burada ne demek istendiğini açıklamak gerekirse şöyle diyebiliriz.



‘AHD- İ MİSAK: Sözlükte "söz almak" demektir. İslâm kültüründe "ahd-i misak ayeti" olarak bilinen bu ayet, Allah'ın ezelde insanların ruhlarını yarattığında onlara "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorup "Dediler ki, Evet!" cevabını aldığı toplantı, meclis, ruhlar alemindeki konuşma (bezm-i elest) olarak meşhurdur... Dikkat: ruhun cinsiyeti yoktur. Sadece insan (olabilmek) vardır.

Bu ayette ne denmek istendiğini iyi anlamak gerekmektedir. Çünkü bu ayete, Kuranın şifresi dense yeridir. Ayet, "varlığın diliyle konuşan Kuran" dediğimiz üslbunun en çarpıcı örneklerinden birisidir. Görüldüğü gibi, ayette "ruhlar alemi" diye bir tabir geçmiyor. Öyle görünüyor ki Allah, burada insanoğlunun yaratılıştan (bellerinden zürriyetlerinden) gelen "fıtrat, vicdan ve sağduyu" dediğimiz melekelerini temsili olarak dile getirip konuşturmaktadır. Onlara soru sormakta ve cevaplarını -yaratan kendisi olduğu için- onlar adına yine kendisi vermektedir. Bununla insanoğlundaki fıtrat, vicdan ve sağduyunun neler yapabileceğini, potansiyel imkanlarının neler olduğunu göstermek istemektedir. Ki insan yarın kıyamet gününde, "Bundan haberim yoktu, bilmiyordum" demesin.

Demek ki her insanda yaratılıştan var olan fıtrat, vicdan ve sağduyu, Allah'ı bulabilecek güçtedir. Yeter ki dondurulmasın; üzeri hevâ ve hevesle, batıl bağımlılıklarla örtülmesin. Vahyin esas amacı insanoğlundaki bu melekeleri harekete geçirmek, açmak, vurulduğu zincirlerinden ve bağlarından kurtarmaktır. İnsan bu sayede, içindeki bu fıtri sesi dinleyecek ve Allah'ını bulacaktır. Türkçe'de "vicdanın sesini dinlemek", "sağduyudan şaşmamak " dediğimiz şey, temsili diyalogda (kinaye ile); işte bu "Evet, sen bizim Rabbimizsin, şahit olduk! " şeklinde dile gelen fıtratın/vicdanın/sağduyunun sesini dinlemek, bundan şaşmamak demektir. İnsanoğlu işte bundan şaşmamalı, bu sese sık sık dönmelidir. Bu ses, onu eğer vahim bir yanlışlık yapmazsa Allah'ına götürecektir.

Yine halk Türkçesindeki "zürriyeti bozuk, cibilliyetsiz" vs. deyimleri de, "bu sese kulak vermemiş, bundan şaşmış, bu konuşmaya şahitlik etmemiş, bunu çiğnemiş" anlamındadır. Şu halde yaratılış, karakter, yapı, tabiat anlamına gelen "fıtrat", iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırmayı sağlayan iç duyu, ahlâk şuuru, his, duyu manasına gelen "vicdan" ile doğru düşünme melekesi, doğruyu yanlıştan ayırma özelliği, aklıselim, diri duyu manasına gelen "sağduyu", burada, "Allah'ın, birbirinin belinden (sırtından) doğup gelen Ademoğullarının özüne yerleştirerek bizzat kendilerini şahit tutması" (ahd-i misak) şeklinde ifade edilmektedir. Şöyle de denilebilir: Allah'ın insanoğlunun özüne yerleştirdiği ve genellikle iç dünyamızda düşünme, anlama, akletme, tefekkür, korkma, titreme, ürperme, duygulanma vb. anlarında veya bir dış uyarıcının sarsıcı telkini ile ortaya çıkan, üzeri açılan, harekete geçen, inkişaf eden, vecde gelen işte bu fıtrat, vicdan ve sağduyunun sesine kulak vermeliyiz. Onu dinlemeli, kestirip atmamak, onunla birleştirmeli, bir araya getirmeliyiz.

Şu halde, olası bir "Allah var mı?" sorusuna ,"Evet var. Şahitlik ederim." diye karşılık vermek, Türkçe‘de "vicdanının sesini dinlemek" dediğimiz şeyin ta kendisidir. Gündelik hayatta, insanoğlu her yanlış yaptığında, defalarca içinde bir iyilik sesi duyar. İşte o ses, "gâlu-bela" sesidir. Demek ki, "Ne zamandan beri Müslümansın (=gerçekten teslim olan, barışsever, hümanist, saygılı)?" sorusuna verilen " Gâlu beladan beri" cevabı "İçimdeki vicdanımın sesine kulak verdiğimden beri, ruhumun derinliklerinden gelen o "Evet" sesine her kulak verişimde..." demek olmaktadır.’ Sonuçta tövbe, içten bir özür ve affedilme kapısı daima açıktır. Bunu bilenin/fark edenin/anlayanın Allah gönlüne göre verir ve o gönül gerçek huzuru bulur ve bilgeleşir.


Sanal karakterimize geri dönersek gönlüne göre yaşıyordu da bu gönül hangi gönüldü kendi bilecek artık. Keşke bir dostu olsaydı da onu uyarsaydı. Şu kıymeti kendinden menkul hayatın gizemi işte. Bazısı bu lüksü iyi kullanır, bazısı da elinin tersiyle iter durur. Farkındayız sanırız da ne çok yanılırız. Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür. Sanal mı desek yoksa yalan dünya mı?  Unutmasak nasıl dayanırdık? Unutmasaydık nasıl insan olurduk bambaşka deyişle.

Bir kıssa ile bitirelim de ötesini kavratır mıyız, romantikçe umalım en iyisi. 

Bilgeyi kandırmayı kafasına koymuş olan bir çömezi, 'bu sefer yanıltacağım/kandıracağım' onu diyerekten avucuna ufak bir kuş alır ve bilgeye sorar; "Elimde bir kuş var. Bil bakalım yaşıyor mu, ölü mü?" Bilge, 'ölü' dese; avucunu açacak ve kuş uçacaktır. 'Kuş yaşıyor' dese bu sefer de yumruğunu sıkacak ve kuşu öldürecektir. Bilge ise tek cümle ile cevap verir onu kandırma niyetinde olan çömezine: "O, senin elinde!". . .



Sevgiyle 19

(Not: Görsel alıntıdır)


✅ Bu içerik Kişisel Blog – Hayatı (G)özlemek tarafından hazırlanmıştır. Kullanmak ve/veya kopyalamak isterseniz serbestsiniz. Helaldir yani 😉👌

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yaparken:
1. Yaptığınız yorumun, mutlaka yazımla alakalı olmasına özen gösteriniz.
2. Yorumlarınızda yazım ve dil bilgisi kurallarına uymaya çalışın lütfen.
3. Konu ile ilgili olmayan sorularınız için İletişim sayfasını kullanınız.